Hunt the Night: Bloodborne’A Eşlik Eden Kozmik Korku Deneyimi
Hunt the Night, Bloodborne evrenine derinlik katan kozmik korku deneyimiyle karanlıkta avlanmaya hazır olun. Gizemler ve tehlikeler sizi bekliyor!
3 saat önce

Lovecraft temalı oyunların sayısındaki artış gözlemlenirken, maalesef pek çoğunun klişelerin dışına çıkmakta zorlandığını söylemek mümkün. Genellikle bu oyunlar, Cthulhu ve onun müritlerini ana odağa alarak ilerliyor. Ancak Lovecraft’ın Cthulhu mitosu, çok daha fazla isim ve tanrı barındırıyor. Bu konuda ne kadar katılıp katılmadığınızı bilmiyorum fakat, benim görüşüm doğrultusunda, Lovecraft’tan ilham alarak en etkili şekilde o tekinsiz atmosferi yansıtan oyun şüphesiz ki Bloodborne’dur. İçinde belki Cthulhu’yu barındırmasa da, kozmik korkunun sınırlarında dolanan ve kendi mitolojisini oluşturan bir yapıya sahip olan bir oyun. Bu bağlamda, Hunt the Night’ın aynı çabayı göstermesine büyük bir saygı duyduğumu belirtmem gerekir.
Hunt the Night’da, Bloodborne’un Hunter’larına benzer şekilde Stalker adı verilen bir karakteri canlandırıyoruz; bu karakterin adı Vesper. Medhram topraklarında görev ifa etmeye çalışıyoruz. İnsanlığın 9. Çağı’nda, gündüzleri insanların ve geceleyin canavarların hüküm sürdüğü bir dünyada geçiyor hikaye. Gece vakti canavarlar, insanlara saldırarak kıyıma girişiyor. Kendilerine Stalker adını veren bir grup, gece yarısı bu canavarlara karşı savaşmaktadır. Ancak her defasında arasından birçok savaşçısını kaybederler. Nihayetinde, Seal of Night adında özel bir eser buluyorlar; bu eser, gece ve gündüz döngüsünü durdurarak sürekli bir gündüz sağlıyor. Fakat elbette bunun bir bedeli olmalı. Stalker’ların işledikleri bu kanlı ödenek sayesinde sun sürekli bir aydınlık, ama her aydınlığın da bir karanlığı vardır. İşte, gece yeniden tüm ışıkları söndürme tehdidiyle ortaya çıkıyor. Durumu düzeltecek kişi ise biziz. Hikaye çok yenilikçi olmamakla birlikte, oyunun mekanik yapısı için yeterli bir temel oluşturuyor.
Hunt the Night, piksel grafiklerle tasarlanmış ve bu grafiklerle canavarları ile gotik mimariyi etkileyici bir şekilde sunuyor. Görselleri, “Bloodborne’u pikselleştirmiş olsalardı, buna benzer bir şey olabilirdi” dedirtiyor. Oyun, düz bir aksiyon anlayışına sahip değil; “gidip boss’u bulayım, öldüreyim, sonraki boss’u bulayım” şeklinde bir ilerleyiş yok. Aksiyon-macera türündeki bu oyun, bir hayli detaylı bulmacalar barındırıyor. Oynamak için not almayı gerektirecek kadar derinlikte bulmacalarla karşılaşacaksınız, sadece “anahtar buldum, kapıyı açtım” gibi basit bulmacalardan bahsetmiyorum. Örneğin, bazen bir şiir aracılığıyla heykellere hangi sırayla dokunacağınızı öğreniyor, bazen de daha önceki bir Stalker’ın bıraktığı ipuçlarını takip ederek yeni bir silah elde ediyorsunuz. Bu tür bulmacalar ve dolu tuzaklarla bezeli zindanlar, kesinlikle keyifli ve farklı bir oynanış deneyimi sunuyor. Bu oyunu, “piksel grafikler üzerine inşa edilmiş, Bloodborne ile Zelda’nın blend edildiği bir aksiyon macera oyunu” olarak tanımlamak mümkün. Ancak, böyle bir tanım oyun için yavaş tempolu ya da az savaş içeren bir deneyim olduğu anlamına gelmez. Bulmacalar yardımcı rol oynuyor, asıl odak savaşa. Çeşitli yakın dövüş silahlarına ek olarak, Bloodborne benzeri bir menzilli silahınız mevcut ve bu silah altı mermi kapasitesine sahip. Mermileri doldurmak için üç başarılı vuruş yapmalısınız; üç kere vur, bir kez ateş et, tekrar üç kere vur, iki kez ateş et gibi bir döngü üzerine kurulu.
Hunt the Night, soulslike türünden temel aldığı için, kayıt noktalarımız da bonfire’lar gibi işliyor. Bu noktalarda dinlendiğinizde sağlığınız ve iksir miktarınız yenileniyor ancak öldürdüğünüz düşmanlar yeniden canlanıyor. Bu da, “acaba öldürdüğüm düşmanları diriltecek kadar ilerleme kaydetmeye değer mi yoksa daha fazla devam mı etmeliyim?” sorusunu aklımıza getiriyor. Oyun içerisinde merak ettiğiniz bosslar ise, soulslike oyunlarda beklenecek türde saldırı çeşitliliğine sahip; ayrıca birden fazla aşamaları bulunan boss savaşlarıyla karşılaşıyorsunuz.
Ancak, oyunun zorluk dengeleri oldukça garip. İlk aşamalarda karşılaştığınız bosslar bile oldukça zorlayıcı ve sağlığınız sınırlı olduğu için gerçekten dengesiz hissediyorsunuz. Elbette, ısrar etmek sonuç getiriyor; boss’un saldırı biçimlerini öğreniyor ve kaçınma ile vuruş yapmanın en iyi zamanını belirliyorsunuz fakat, yine de daha düzgün bir zorluk eğrisi beklerdim. Tek bir vuruşla ölmek ise pek tercih edilecektir. (İlk bahsi geçtiğim sırada oyunun yeni güncellemesi yayınlanmamıştı; yayınlandıktan sonra zorluk dengelemeleri üzerinde epey çalışmışlar. Boss savaşları hala zor, ancak eski versiyona oranla daha adil bir zorluk sunulmuş. İncelemeyi yayımlamadan önce güncellemeyi beklediğim için mutluyum.)
Hunt the Night, piksel grafiklerine rağmen mekan içi hikaye anlatımında başarılı sonuçlar elde ediyor. Zindana girdiğinizde karşılaştığınız daha önceden öldürülmüş Stalker’lar, orada neler yaşandığıyla ilgili fikir sahibi olmanızı sağlıyor. Ya da bir boss savaşına girmeden önce o boss’u daha önce bir yerde görmeniz oldukça hoş bir detay. Örneğin, oyun başlarında karşılaştığınız ve kolayca yenileceğinizi düşündüğünüz kurt ile daha sonra boss olarak karşılaşıyorsunuz. Bu gibi ayrıntılar, atmosferi kesinlikle güçlendiriyor.
Oyun zorluklarını zindanlarda görmek de mümkün. Zindanların tasarımı, oyunun sizden beklediği “vur, kaç, ateş et, yaklaş, vur, kaç” döngüsünü zorlaştırıyor. Dış dünyada yeterince açık alan mevcutken, zindanlarda hem tuzaklarla hem de uzaktan saldıran düşmanlarla karşılaşınca, dash hareketi pek fazla etkili olamıyor. Dash’in sağladığı “yenilmezlik çerçevesi”ni yetersiz bulduğumu da belirtmeliyim. Eğer mermi cehennemi seven biriyseniz, bu tür durumlar umursanmayacak gibi görünebilir; ama ben bu durumu pek hoş karşılamadım ve bazen öfkeyle oyunu kapattığım oldu, bunun yalanı yok. Sağdan ve soldan uzaktan saldırı yapan düşmanlardan kaçarken kendinizi ölümcül bir miasma havuzuna düşmüş bulunca, insan elbette kontrolünü kaybedebiliyor.
Savaş bölümü ile ilgili sıkıntıları ve zorluğun aniden artan durumlarını bir kenara bıraktığımda, Moonlight Games’in atmosfer ve dünya yaratımında gerçekten başarılı bir iş çıkardığını söyleyebilirim. Geleneksel soulslike dinamiklerini kuşa bakışı olarak güzel bir şekilde harmanlamışlar. Bloodborne’dan ilham alıyor olması, bir Bloodborne hayranı olarak benim bu oyuna olan sevgimde önemli bir etken oldu. Eğer siz de arada bir öfke nöbetleri çevirmekten çekinmiyorsanız, o acı katmanlarını aştığınızda ortaya çıkan o tatlı oyunu fazlasıyla seveceksiniz.
Henüz yorum yapılmadı, ilk yorumu sen yapmak ister misin?