Yorgos Lanthimos’un Poor Things: Bir Sinematografik Şölenin Kapılarını Aralıyor
Yorgos Lanthimos, "Poor Things" ile sinema dünyasına dev bir kahkahanın kapılarını aralıyor! Hazır olun, absürtlüğün zirvesinde bir yolculuk bekliyor!
3 saat önce
Bu yıl hayallerimde sakladığım bir film vardı ki, o da Poor Things. Tam anlamıyla dört gözle beklediğim bu yapım, neyse ki beni hayal kırıklığına uğratmayarak, üst düzey bir deneyim sundu. Yönetmen Yorgos Lanthimos, The Favourite ile başladığı yolculukta, daha oyuncaklı ve süslü makinelerle dolu bir sinematografik dünyaya adım atarak herkesi şaşırtmayı başardı. Fakat elbette bu tarz değişimi bazı izleyiciler için pek hoş karşılanmayacak; zira Lanthimos’un eski filmlerinin gergin atmosferi özlemle anılacaktır. Ama işte, ben onun bu yeni dönemi benim için gayet doğal ve kabul edilebilir buluyorum. Poor Things, görsel şöleniyle gözlerimizi doldurarak, mutlaka büyük ekranlarda izlenmesi gereken cüretkâr bir yapım.

Film, trajik bir olay sonrası yeniden dirilen Bella’nın hikayesini anlatıyor. Bu öyküde, komiklik ve absürtlük bolca yer alırken, Bella’nın yaşama serüveni ve cinsel kimliğini keşfetmesi sırasında karşısına çıkan patriyarkal yapılar küçülmeye başlıyor. Kararlı bir biçimde erkek iktidarına karşı durarak, kelimenin tam anlamıyla machinal bir direniş sergiliyor. Her adımında erkeklerin kurmuş olduğu bu karmaşık düzene çomak sokarak, çoğunlukla kırılgan olan bu sistemin sınırlarını zorluyor. Hayatta kalma mücadelesi için sadece kendisine değil, aynı zamanda tüm kadınların birlikte yürüdüğü bir mücadele alanı açıyor. Bella‘nın seyahatinde yaşadığı ve ifade ettiği duygular, izleyicilere hayatın ne kadar karmaşık ve eğlenceli olabileceğini düşündürtüyor.
Görselliği ile her sahnesinde tam bir festiva havası yaratan Poor Things, masalsı ve steampunk unsurlarla süslenerek büyüleyici bir atmosfer yaratıyor. Filmin müzikleri, yönetmenin o sinik ve alaycı tarzını açıkça hissettiriyor. Bu, aksiyon dolu sahneler arasında bir dizi komik unsuru da barındırıyor. Hâl böyleyken, izleyicinin gülümsemekten kendini alamadığı sahneler, aslında bizim zayıflıklarımızın zarif bir biçimde yüzümüze vurulduğu anlar. Yani, bu karışım hem eğlenceli hem de düşündürücü; eğer ki bu absürtlük bir an bile rahatsız etmiyorsa, o zaman film tam da amacına ulaşmış demektir.

Şimdi gelelim Emma Stone’un muazzam performansına. Onun yerde başka bir oyuncu olsa, kolaylıkla filme kara çalıp, izleyicileri rezil rüsva edebilirdi. Ancak Emma, Bella’nın cehennemvari karmaşasına o kadar iyi uyum sağlıyor ki, kahkaha atarken bir yandan da duygulanmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Hem aptalca böbürlenmelerinin, hem de tutkulu sahnelerinin her birinde derin bir ciddiyet söz konusuyken sıkılma lüksünüz asla yok. Yine de, bu sahnelerin bir bütünlük içinde yaşamı sıfırdan keşfeden Bella için hayati bir rol oynadığını unutmamak gerek. Bu durum, kendisinin içsel yolculuğunda pek çok farklı duygu yaşamasına neden olurken, izleyiciye de bir çok kapı açıyor.
Filmin derinliği, işin özünde Bella’nın hayatı tanıma tutkusu etrafında dönüyor. Bu süreç hem korkutucu hem de ilham verici; nihayetinde geçmişte atmadığımız adımları hatırlatırken, attığımız adımlara da hoş bir nostalji katıyor. Daha çok adımların anlamı üzerine kurulu bir deneyim sunuyor Lanthimos, kimi zaman cüretkâr, kimi zaman da ürkek adımlarla hayatın akışını sorguluyor. ve her bir adımın özünde dönüşüm barındırdığını gösteriyor. Editörün Notu: Hem bu kadar komik hem de iç acıtıcı olabilen nadir filmlerden biri olan Poor Things, modern bir klasik olarak sinemalara geldiği anda izlenmelidir.

|
Lanthimos Labirenti Benim “deli Yunan” dediğim yönetmen Yorgos’un her filmi, duyguların sınırlarını zorlayan ve onları kışkırtan birer başyapıt. Bu noktada dikkat çeken ve beni en çok etkileyen üç yapımını da paylaşmak isterim: Dogtooth (2009): Üç çocuğu, dış dünyadan tamamen izole edip büyütmeye çalışan bir ailenin hikayesi, hastalıklı bir durumu ortaya koyuyor. Her kavramın farklı isimlendirilmesi, özgürlük kavramının ağırlığını sorgulatıyor. Alps (2011): Bireylerin başkalarını taklit ederek yaşama tutunmaya çalıştığı bu film, kimlik bunalımlarını etkileyici bir biçimde ele alıyor. Gerçekten kim olduğumuzu sorgulatan sahnesiyle dikkat çekiyor. The Lobster (2015): Aşkın imkansızlığı ve onu korumak için çekilen acılar üzerine derin ve absürt bir bakış açısı sunuyor. Distopik bir dünyada kaybolmuş ruhların hikayesini esprili bir dille anlatıyor. |

Henüz yorum yapılmadı, ilk yorumu sen yapmak ister misin?