Wuchang’ın Karanlık Yolculuğu: Deliliğin Pençesindeki Savaşçı
Wuchang'ın karanlık yolculuğunda, deliliğin pençesindeki savaşçının çaresiz mücadelesine tanık olun. Gizem ve aksiyon dolu bir hikaye!
5 saat önce
Dikkat etmelisin, Michelle! Gerçek yaşam, kurgusal hikayelere hiç benzemez; hüzün ve acı ile dolu değildir. Aksine, delilik ve hayal gibi tuzaklarla karmaşık bir hal alır. Hayat zorlu ve belirsiz bir yolculuktur.” – Aslı Erdoğan (Mucizevi Mandarin)

Gözlerimi açtığımda ölümden dönmüş gibi hissediyordum ya da belki de yeni doğmuştum, kesin değilim. Sanki göz kapaklarımı ilk kez açıyor ve ellerimi yeni görüyordum. Düşündüm ki belki bebekler de böyle hissediyordur. Üstümde tanımadığım bir yüksek tavan var. Gözlerim biraz daha ışığa alışınca buranın bir mağara olduğunu fark ettim. Burada ne işim vardı? Sanki bir gemideydim; dalgalar, ışıklar, karanlık… İlk başta her şey belirsizdi. Adım Wuchang’dı. Bu isim o kadar yabancı geliyor ki bana. Ve sol kolumdaki kuş tüyleri! Lanet olasıca hastalık bana da mı bulaşmış? Ama bu nasıl mümkün olabilir? Ben iyiydim, ama her şey anlamsızdı. Rüyamda birisi vardı, yüzünü göremediğim biri. Elinde kırmızı kağıttan yapılmış çocuk rüzgar gülleri tutuyordu. Onu sanki bana uzattı, ayrıca bir de kılıç. O kılıç benim değildi. Kısacası, harekete geçmem lazım. Ve şu kuş tüyleri, sol kolum kaşınıyor. Onları yolsam ne olur ki? Geri mi çıkarlar? Bir tabiba ihtiyacım var. Ve iyi olmalıyım; delirmemem gerek…
Büyük Çin’de büyük bela

Ming Hanedanı’nın son yıllarındayız. Karşıma çıkan tapınaktaki bir hekim, yaralarımı sararken nasıl geldiğimi bilmiyordu. Beni başka bir tapınağa yönlendirdi. Orada belki çaresini bulurum dedi ama pek inanmıyorum. Bu Feathering hastalığı ya da laneti, insanın bedenini ve ruhunu yavaş yavaş kemirip yok ediyor. Daha kötülerini gördüm; bazılarını öldürmek zorunda kaldım. Tıpkı Hanedan gibi, hepsi parçalanmış, yozlaşmış ve çürümüş bir haldeydi. Bu çürümüşlük, havayı rahatsız edici bir mor bulut gibi kaplayarak zehirli bir etki yaratıyordu. Ölüm sadece bu garip türlerden gelmiyor; batan geminin mallarına çökmeye çalışan talancılar ve aklını kaybetmiş bedbaht yolcular da birer birer kılıcımın tadına bakmaya başladı.
Onların yanı sıra, artık canavarlaşmış ve hangi Cehennemden çıktıkları belli olmayan gulyabaniler, iblisler karşıma çıkmaya başladı. Birden birinin karnımı yardığını hissettim. Yere düşen bağırsaklarımı toplamaya çalışırken, ikinci bir darbe boğazıma indi. Bu daha çok acı verdi. İçime giren dişlerin acımasızlığı, beni zehirliyor. İçime zerk edilen kötülük, başımı döndürüyor ve sol kolumdaki kuş tüyleri parlıyor. Bu bir zevk mi? Ölümün zevki. Ayrıca yaşamın da… Kolum kendi başına hareket ederek yaratığın başını koparıyor. Ama çok geç. Burada ölüyorum. Dünya kızıla çalıyor. Damlayan kanlarım, sonbaharda yere düşen yapraklar gibi toprağı suluyor. Ölüyorum.

Sonrasında yine o his… Başımda bir ağrı gibi yayılmaya başlayan vızıltı yükseliyor ve garip bir kuşun ötüşüyle uyanıyorum. Gözlerim güneşe alışınca en son dua ettiğim tapınakta olduğumu anlıyorum. Canlıyım ve bu, beni şaşırtmıyor. Üzerimdeki kuş tüyleri biraz daha mı uzadı nedir? Derinlerden bir ses duyuyorum. Adımı çağırıyor; “Wuchang”. “Wuchang”. “WUCHANG!!!” Derhal kalkıyorum yerde oturduğum yerden. Yine o yolları izleyerek geçen sefer bana tuzak kuran yaratığı avlıyorum. Bu durum bana tatmin veriyor. Beyaz tenimde, kırmızı bir gül gibi duran dudaklarımda delice bir gülümseme oluşuyor. İçimdeki sesler artık o tek sesi bastırmıyor. Zaten yine ölüyorum.
Büyük bela, büyük hüzün
Yine bir kaya tüm kemiklerimi kırıyor, kafatasımı eziyor. Beynim, çocukken annemin yazlarında yaptığı marmelat gibi yere saçılıyor. Küçük evimizin verandasına marmelat kavanozunu dökmüş ve annem çok kızmıştı ama o taze vişne kokusuna dayanamayarak parmağımla biraz yerden alıp tadına bakmıştım. Harikaydı! Beynimi kemiren kargaların bu ziyafeti “nefis” diye adlandırdığını tahmin ediyorum.

Yanına bir tüy dökücü krem almalıydın, kızım
Yiğit kadın kahraman Wuchang’in yazdığı anılar burada sona erse de yolculuğumun çokça kesiştiği için onun kabuslarına ve masallarına ait pek çok anı yazma fırsatım oldu. Bu kendine güvenen kadının gözlerinde bazen kızıl bir parıltı görürdüm. Sorduğumda “o içimden kaçmaya çalışan deliliğim” demişti. O sırada anlamadım ama kendi gözlerimle bunu gördüğümde yine de inanamadım. Kendisinin de belirttiği üzere Wuchang, pek çok kez ölüp yeniden doğuyordu. Her ölümde geride mavi bir enerji küresi kalıyordu ki bu sanırım, onun öldürdüğü düşmanların geride bıraktığı kalıntılardı. Gözlerindeki parıltının kızıl olduğu bir gün, bu mavi ruh öbeğine yaklaştı ve orada; tıpkı Wuchang gibi dövüşen, onun silahlarını kuşanmış başka bir kadın belirdi. Kadın, amansızca Wuchang’e saldırdı ve iblisler de onun peşine düştüler. Ancak Wuchang ustaca sıyrılarak darbe üstüne darbe vurdu ve bu zalim ruhu alt etti. Ona yaklaşıp yaralarını iyileştirmesi için, içtiği iksir bittiğinde sordum. “O neydi?” “O bendim, benim gölgem. Benim deliliğim.” İşte bu Feathering laneti yalnızca Wuchang’ın bedenini değil ruhunu da kirletip gözünü kan bürümüş bir iblis dünyaya salabiliyordu. Kontrollü olmalıydı. Bunun yolunu da, uğradığımız Whu Tapınağı’nda bulduk. Bize rehberlik eden Taoist işe yaradı. Ama belliydi ki yol çok zorlu olacaktı. Bir süre ayrı kaldık ama sonraki buluşmamızın yakın olduğunu hissettim.
Pusatı altından olanın zihni huzurdan ırak olur

Ömrüm boyunca böyle bir şey görmemiştim. Orada, avlunun ortasında sanki bir dans gösterisi vardı. Wuchang, yeni kuşandığı çift hançerle, düşmanlarını biçerken, onların darbelerini kılıçlarıyla sektiriyor ve aynı zamanda rakiplerine derin yaralar açıyordu. Bazen bir rüya görür gibi oluyordunuz. O rakiplerinin arasında ince bir zarafetle savrulurken, kanlar üzerine sıçrıyordu; yüzündeki kan, kışın kara düşen nar tanelerini andırıyordu. Hasımları yerde kan göllerinde yatarak ona nasıl dövüşmeyi öğrendiğini sordum. “Yolda bulduğum yeni silahlar ve bu lanetli sol koluma sapladığım akupunktur iğneleri sayesinde” dedi. Her silah onun zihninde yeni bir yol oluşturuyordu ve düşmanlarının dökülen kanlarıyla bu yolda ilerledikçe gücünü, dayanıklılığını ve yeniliklerle kazandığı büyü becerilerini geliştiriyordu. Her ölümünde rüyasında gördüğü yeni hareketlerle bu silahın yolunda ilerledikçe yeni özellikler kazanıyordu. Tüm bu söyledikleri delilik gibi gelebilir ama onu her görüşümdeki dövüş tarzındaki değişiklikler ve kullandığı ilginç silahlar, bu ölümlerin bir faydası olduğunu bana da inandırmıştı. Kim bilir ne hazineler buldu yolculuklarında! Bazen seramikten tabanı üstüne kırmızı kaplan oyulmuş bir muskayla karşılaştım. Zamanla üç muska takmaya başladığında, her biri farklı güçlere sahipti ve bazıları onu korurken, diğerleri ona güç katıyordu. Wuchang’ı tanıdığım süreçte sadece beş silah kullandığını gördüm: başlangıçta büyükçe bir kılıç; ağır bir balta; kısa, akrobatik hareketleri rahatça yapabildiği bir kılıç; estetik bir şekil de dövüşebildiği mızraklar ve benim ona en çok yakıştırdığım, ışıldayan çift hançerler. Hepsi, bu düşüşler ve yenilenmeler arasında onun en yakın dostlarıydı.
Geceyi aydınlatan seslerin yükselişi
Bazı geceler kampta o uyuduğu sırada nöbet tutardım. Ateşin çıtırtıları dışında sesin olmadığı bazı huzurlu gecelerde, Wuchang uyurken sayıklardı. Bu sayıklamalarından, bir kız kardeşi olduğu ve onu aradığı anlaşılıyordu. Yine de kulağıma gelen fısıldamalara göre, onun asil bir aileye mensup olduğunu ama ailenin ölü doğmuş bir bebeği olduğunu ve daha kötüsü onu diri… Hayır! Bu kadarı da fazlaydı! Wuchang’i asla böyle sapkınlıklarla aynı kefeye koyamam! O karanlığı yenip, Ming Hanedanı’nın küllerinden yeni bir düzenin doğmasına vesile olacak. O… O belki de imparatoriçe bile olabilir. Uyuduğu yüz, yanında asla ayırmadığı kılıcından yansıyor. Doğa, o anlarda o kadar güzel ki, sanki her şey şeytanlar ve haramilerce kirletilmiyormuş gibi görünüyor. Geçen gün gittiğim beyaz çiçeklerle dolu o muhteşem çayır gibi pak ve temiz… Ancak güneş doğunca yıkık kaleler, salgının zehriyle bozulmuş insanlar ve karanlık ormanlar bizimle olacak. Ama Wuchang’ın kazanması lazım. Onun güzelliği ve kararlılığı tüm bu kötülükleri alt edebilir. En azından ben buna inanıyorum.

Savaşın sonsuz döngüsü
Wuchang inatçı bir kadın. Bazı düşmanlar diğerlerinden daha büyük, daha korkunç ve daha kurnaz. Alt edilmeleri, zorlayıcı savaşlar gerektiriyor ve her zaman bir hazırlık gerektiriyor. Bu kabuslardan fırlamış yaratıkları tarif etsem sayfalar dolusu olur ve sonunda kendimden önceki efsaneleri tekrar edeceğim için fazla ayrıntıya girmiyorum. Burada önemli olan, gözlerimin önünde kendi efsanesini yazan Wuchang’ın yolculuğu değil mi? O kudretli varlıklar kaç kez tam ölecekken sürpriz bir hamleyle bu genç kadını ezip parçalamaya çalıştıklarını sayamadım bile. Onun bedenini, dipsiz uçurumlara, asitli göletlere veya sarp kayalıklara fırlattılar. Her seferinde Wuchang geri döndü. Yerden yere vurulmaya aldırmadı. Bedeni, jilet gibi tırnaklar ve amansız silahlarla defalarca yaralandı. Bazı seferlerde göz yaşlarım döküldü, bazen savaşın heyecanı sebebiyle gözlerimi dahi açamadım. Zaman zaman öttürdüğü düdük sayesinde yardımına gelen yiğit savaşçılar oldu, ama daha sonra kendi yollarına gittiler. Yol, sanki herkesi aynı yere yönlendiriyormuş gibi bu savaşçılarla ve başka kader yolcularıyla bizi tekrar karşılaştırıyordu. Hepsi de bu kabustan uyanmaya çalışıyordu. Feathering hastalığı, insanı kendisi olduğunu unutturup akılsız bir yaratığa dönüştürebiliyordu. Ama mucizevi bir şekilde Wuchang bu hastalığı kontrol altında tutmayı başardı ve onun sayesinde daha da güçlendi. Karşısına çıkan birçok ulvî varlığı zarif elleriyle helak etti. Sonrasında onların zırhlarını ve silahlarını kendine uyarladı; kadınsı hatlarını cömertçe ortaya koymaktan da çekinmedi. Güçlendikçe daha cüretkâr davranmaya başladı. Kostümlerinin her biri o kadar detaylıydı ki bir bakışla gözünüzü alamıyorsunuz. Yapay yapıların ihtişamını kıyasladığınızda onun güzelliği benzer şekilde büyüleyici görünüyordu. Yolculuklarımızda karlı dağları, kutsallığı bozulmuş tapınakları ve ilk bakışta büyülü görünen ormanları geçtik. Wuchang ilerledikçe, rakipleri de onunla birlikte güç kazanıyordu. Tekrar tekrar ölüp geri gelmeleri sayesinde bir noktada Wuchang onların üstesinden gelmeye başladı ama elbette bu büyük bir süreç ve acı demekti. İçimden bir his, yolculuğun sonunda güçlenmiş kötülüklerin bizi beklediğini söylüyordu. Bunun doğru olup olmadığını pek yakında anlayacaktım.

Hayatımın silinen izleri
Bazı yerler, nasıl inşa edildilerse bizi tekrar tekrar başladığımız noktalara geri getiriyor gibi görünüyordu. Mekanlar adeta birer canlı gibi tüm vücudu dolaşıyor, kısayollarla birbirine bağlı olarak moralimizi geri getiriyordu. Bazen de saatlerce labirent gibi koridorlarda kaybolup, isimsiz bir yaratığın elinde son nefesini veriyordu Wuchang. Tuzaklar, kenara sıkışmalar ve bazen daralan görüş açısı, rakibin karman çorman hareketlerini anlamadığında birçok kez öldü bu zavallı kız. Ancak çoğu zaman hatasını tekrarlamaktan kaçındı. Ölümle ve delilikle gelen deneyimler zamanla onu kuşatan kanla bir zırha dönüştü. Bazen geceleri, onun gecenin karanlığında cinlerin bile korktuğu mağaralara girdiğini görürdüm. Neyse ki yanında feneri vardı da dipsiz dehlizlerde yolunu buluyordu. Oralarda karşılaştığı dehşetleri kim bilir? Hiç sormadım ve o da hiç söylemedi. Ancak tüm bu karmaşaya rağmen gezdiğimiz yerlerin garip bir çekiciliği vardı. Bir yerden asansöre binerek başladığımız yere dönmek, çıkışsız gibi görünen bir yerden aşağı atlayıp yeni bir yol ya da hatta bir hazine bulmak Wuchang’in hoşuna gidiyordu anlaşılan. Bazen uzaktan gelen bir melodi duyardık; davul sesleri, flütler ve hüzün veren telli çalgılar. Hani bu melodilerin zihnimde mi çaldığı, Wuchang’in deliliğinin bana da sıçradığını düşündüm. Asla emin olamadım ama bu melodilerin güzelliği aklımdan çıkmadı. Bir keresinde bana “bilirsin tüm bu yolculuk zahmetine rağmen bir şekilde ‘eğlenceli’” demişti. Onun bu eğlence anlayışı, benimkiyle pek örtüşmese de onu anlayabiliyordum. Yolculuğun başlarında ona kök söktüren iblisleri artık en fazla iki hamlede yok edebiliyor, önceden onun canına okuyan zorlu düşmanları kolayca gönderiyordu. Zaten o ölmedikçe deliliği de onu ele geçirmiyor, duygularını çarpıtmıyordu. Yolculukta bulduğu çeşitli aletlerle savaşlar artık daha akılcı ve taktiksel bir boyut kazanmıştı. Ancak bu olayların, lanetlerin ve kötülüklerin sebebini öğrenmemiz için daha fazla zaman vardı. Eğer o günleri görebilirsem belki ileriki sayfalarda anlatabilirim değerli okuyucu. Anlatmadıysam, affet lütfen. Zira affetmek, insanın içindeki vicdanın en saf hissiyatıdır. Wuchang insan ya da canavar olan kimseyi affetmezdi. Bu yolda karşısına çıkan bir dostu bile…
Delirmek güzeldir…

Evet kıymetli okuyucu, işte kadın savaşçı Wuchang’ın öyküsü ve yaşadıkları hakkında kendi gördüklerim ve onun söylediklerinin bir kısmı böyleydi. Ben, He Youzai, bu genç kadının müridiyim ve gözlerimin önünde efsanelerde anlatılan güçlere kavuşarak bir tanrıçaya dönüşmesini gün be gün izledim. Bazıları, bu maceranın uzak diyarlarda anlatılan öykülerle benzerlik taşıdığını söyleyecek elbette. Haklılar! Karanlık ruhlarla dolu masalları hatırlatan öykümün pek çok yan var. Belki de denizlerin ötesinde Nioh adında bir savaşçının başından geçen olaylar, Wuchang’in macerasını hatırlatır. Hatta kendi topraklarımızdan çıkan Maymun Kral Wukong’un maceralarında da benzer kötülükler ortaya çıkmıştır. Ancak bizim yaşadıklarımız, bu öykülerde hiç ele alınmayan daha dehşetengiz bir düşmanla lanetlenmişti: Wuchang’in deliliği. O kor kırmızı gözlerini her gördüğümde bir ürperti hisseder, zamanın yaklaştığını anlardım. Ve bu düşman, diğerlerinden farklı olarak zamanla Wuchang gibi güçleniyor ve asla tamamen yok olmuyordu. Bazı zamanlar onun için göz yaşlarım döküldü, hangi tanrı dinliyorsa inayetinin onun üstünde olmasını temenni ederdim. Wuchang’ı savaşırken görmek, sanki kadim çağların tanrıçalarından biri yere inmiş ve savaş ediyormuş gibi bir his veriyordu. O, latif ve akıp giden savaşlarıyla varoluşun tarifsiz sihrini taşıyordu. Bu kızın özündeki yıkılmaz kararlılık ve azimle yürüdüğü yolculuk nereye varacaktı kim bilir? Hatırlanacaktı şüphesiz, ancak herkesin kalbine benimkine dokunduğu kadar dokunabilecek miydi? Bunu zaman gösterecek. Ama o zamanın gelişini ben göremeyeceğim. Zihnim yavaş yavaş bulanıklaşıyor. Uyandığımda, sağımda solumda garip kuş tüyleri gördüm. Günler birbirine karışıyor, yazdıklarımı unuttuğumu hissediyorum. Wuchang’ın güzel yüzünü artık zihnimde canlandıramıyorum. O su gibi saf bakışlarını kaç kez görmüştüm kim bilir? Artık gözlerim de iyi görmüyor. Bu son satırlar belli ki… Okurken bu cesur kadının neler yaptığını, nasıl bir mücadele verdiğini birincil elden tecrübe ediyorsunuz umarım. Harfler neden bu kadar birbirine karıştı? Düşüncelerim yok oluyor gibi. Bu kuş tüyünden kollar, bu garip pençeler neyin nesi? Sesim de bir tuhaf çıkıyor, dediklerim anlaşılmıyor. Yanımda biri vardı. O şimdi nerede? Bu yanımdaki canavarlar neden bana saldırmıyor? Sanki beni tanıyorlar. Karanlıkta onların uğursuz dualarını duyuyorum. İsimsiz karanlık bir tanrıya, anlayamadığım bir dilde yakarıyorlar. Yazmak iyice zorlaştı. Son geliyor. İşte şimdi karanlık mavi bir ışıkla aydınlanıyor. Rüzgâr gibi aramıza dalan bir figür var. Ben köşede saklanıp onu izliyorum. Bana uzak bir anıyı hatırlatıyor bu figür. Zarif ve ölümcül, yeni dostlarımın kanları odayı kaplayıp ayaklarıma kadar geliyor. Kollarımı kapatıp korkuma sığınıyorum. Kılıç sesleri susuyor. O mavi ışıktan gelen figür karanlıkta yaklaşarak bana bakıyor. Artık insan olmayan yüzü, sanki beni tanımışcasına, hüzünlü bir son bakışta bulunuyor. Ben de ona korkusuzca bakıyorum. Ve hatırlıyorum. Wuchang! O zalim bir güzellik ile taçlanmış gözlere son bir kez bakıyorum. Bana ruhumu delen bir bakış atıyor. Sonra sırtını dönüp odadan çıkıyor. Işık da onunla birlikte yok oluyor. Geride kalan, taze ölmüş bedenlere üşüşen sineklerin vızıltısı yalnızca. Ve de karanlık. Sonsuz, sınırsız bir karanlık…




Henüz yorum yapılmadı, ilk yorumu sen yapmak ister misin?