2018 yılı, oyun severlerin kalbinde özel bir yer edinmiş yıllardan biriydi. Bugün, bu güzel yılda çıkan ve içimde bir tutku yaratan bir oyunu konuşmak istiyorum: Detroit: Become Human. Normalde oyun dünyasında bu kadar övülmeyen bir yapım olduğunu biliyorum ama benim için oldukça keyifli bir deneyimdi. Oyunlar, bazen bizi alıp bir başka dünyaya götürür, bazen de hikayesiyle düşündürür. Detroit: Become Human, tam da bu noktada insan olmanın anlamı üzerine düşündüren bir yapım olarak benim gözümde parlayıverdi. Yanı sıra, size bu düşüncelerimi neden paylaşmayayım ki dedim ve “Neden Çok Sevdim?” serimizde bu oyuna yer vermeye karar verdim.
İnsan olmanın anlamı nedir? Ah, bu sorunun evrenselliğine bak! Yanıtı bulmak hiç de kolay değil. Herkesin bir beden belirttiği ama ruhunun nerede olduğunu bilemediği karmaşık bir dünyada yaşıyoruz. Detroit: Become Human, bu derin sorunun kapılarını aralıyor gibi. Oyunun sunduğu hikaye, yalnızca androidler ve insanlar arasındaki ilişkiyi sorgulamakla kalmıyor; bize insan olmak üzerine felsefi tartışmalar da yapma fırsatı sunuyor. İnsan olmak, sadece bir bedende yaşamaktan mı ibaret? Bana göre Detroit’in en önemli mesajlarından biri de bu!
Oyunun sunduğu diğer sorular da hiç fena değil. Örneğin, Detroit’in geleceği, geçmişten aldığımız derslerle nasıl şekilleniyor? Oyundayken bazen kendimi, farklı inançlara ve yaşam tarzlarına sahip bireylerin karşılaştığı zorlukları düşünürken buldum. Örneğin şehirde robotlar, tıpkı bir zamanlar göçmenler gibi, yalnızca bir hizmet aracı değil, ama aynı zamanda toplumun bir parçası olmaya çalışıyorlar. Geçmişteki kölelik kavramları ve bugünkü robotların ilişkisi bir ayna gibi karşıma çıkıyor. Detroit’i keşfederken, geçmişin izleri bugünle birleşiyor ve sormamamıza neden oluyor: Biz gerçekten ne kadar insaniyiz?
Dünü ve bugünüyle… Detroit, tarihi yönleriyle oyunun içindeki her bir detayda zihin açıcı etkilere sahip. 1701’de Fransızlar tarafından kurulan bu şehir, işletmelerin büyümesi için bir fırsat olurken, işçi göçmenleri için de adeta bir kucak açmış. 1850’lerde hızla gelişen endüstriyel yapı, Detroit’i “Motor City” yapmış ve otomotiv sanayisinin merkezi haline getirmiş. Ancak, bu tarihsel öneme sahip şehrin 20. yüzyılın sonlarından itibaren yaşadığı çöküş de hiç de küçümsenecek gibi değil. Ekonomik sıkıntılar, işsizlik oranlarının patlaması… Oyun, geçmişin tarihine dair bir ışık tutuyor ve bize günümüzdeki sorunları sorgulama fırsatı sunuyor.
Detroit’teki androidlerin “yeni köleler” olarak tanımlanması, bir başka ilginç detay. Onların toplumdaki rolü, insanoğlunun geçmişte başına gelenlere dair bir hatırlatma gibi. Bu bağlamda, bir polis dedektifi olan Connor’un android olması, hani o “Kahraman Kim?” sorusunu sorgulayabilmemiz için birebir. Ya da Markus’un şehrin baskıcı yönetiminin karşısında durarak özgürlük mücadelesi vermesi, tam anlamıyla bir efsanevi direnişi sembolize ediyor. Bu noktada, ah, Martin Luther King ne kadar da güzel bir göndermeden nasibini alıyor! “We are alive! And now we’re free!” demesi, toplumun nasıl bir arada durmasının gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor.
İnsan olmanın anlamı üzerine… Oyunda daha göz önüne çıkarılacak pek çok mesele var. Aile içindeki şiddeti ele alması, kıskançlık ve şiddet sarmalına parmak basması, yönetimlerin baskıcılığı… Bütün bunlar da oyunun toplumsal yapıyı sorguladığını kanıtlıyor. Nasıl mı? Hadi Karakterlerimizden Luke ile başlıyalım. Onun “efendisi” Carl ile olan ilişkisi, toplumda aile olmanın yalnızca kan bağına dayalı olmadığını gösteriyor. Carl’ın Markus’a olan sevgisi, ebeveynliğin sınırlarını genişletiyor. Bu, aile olmanın, kan bağından öte bir şey olduğunu düşündürten müthiş bir detay!
Connor ise başka bir boyut. Kendisi bir android ama içsel çatışmaları, benim için insan ruhunu sorgulatan derin bir yansıma. Oyun boyunca “doğru” ile “yanlış” arasında gidip gelirken, mantık ve duygular arasında sarkacın üzerinde bir dengede durmaya çalışıyor. İnsan olmanın doğası hakkında bir başyapıt!
Bir masal anlat bana Detroit Şimdi oyunun teknik yönlerine gelirsek; Detroit, görsel olarak oldukça etkileyici bir deneyim sunuyor. Kara’nın öncelikle bir demo oynamasıyla başlayan serüveni, bir zamanlar Ray Kurzweil’in “The Singularity Is Near” adlı kitabının görsel bir sunumu gibi halini almış. Bu tür bir teknolojik dönüşümün insan hayatında ne gibi etkileri olabileceği sorusunu merak etmemizi sağlıyor. Özellikle de bu soruları düşündüren, oyun boyunca aldığımız farklı kararların sonuçları! Her şeyin bir sonucunun olduğu gerçeği, insan yaşamını sorgulamaya itiyor.
Sonuç olarak, Detroit: Become Human, benim için, yalnızca bir oyun değil; bir yaşam tecrübesi, bir ders, bir yolculuk oldu. Duyguların ve mantığın çatıştığı, insan olmanın anlamını sorgulatan bir deneyim sundu. Her ne kadar oyun dünyasında övgüyle karşılanmasa da, benim gözümde kesinlikle çok özel bir yere sahip. Belki de bilmediğimiz şeyler üzerine düşünmemizi sağladığı için! Oyun dünyasında başka hangi yapım, insan olmanın derinliklerine inebiliyor ki?