Eski Final Fantasy oyunları söz konusu olduğunda hangi versiyonun “en iyi” olduğu sorusu oldukça karmaşık bir hale geliyor. Farklı versiyonlar, temel hikâyeleri korusa da, her birinin kendine özgü birçok özellik barındırması, eldeki verileri karşılaştırmayı zorlaştırıyor. Örneğin, Gameboy, NES, Playstation gibi farklı platformlar için birçok versiyon mevcut ve cep telefonları için geliştirilmiş sürümleri bile bulunuyor. Bu nedenle, Final Fantasy Pixel Remasters’ın ilk altı oyunu kapsayacağı duyurusunu gördüğümde, bunun “Hangi versiyonu tercih etsem?” sorusuna kesin bir yanıt getireceğini düşünmüştüm. Ancak durum ne kadar beklentiyi karşılıyor? İnternetteki yorumlar oldukça çeşitli ve ben de tecrübelerimi paylaşarak bu versiyonların gerçekten oynanmaya değer olup olmadığını aktaracağım.
Final Fantasy I
Serinin benimle yaşıt olan ilk oyunu ile başlayalım. FF I’e ilk girdiğinizde, muhtemelen dikkatinizi çekecek ilk şey korkunç görünümlü fontlar olmayacak – ki evet, bunlar kesinlikle ilginizi çekecektir. Ancak benim dikkatimizi çeken asıl şey müzikler! Orijinal müziklerin bestecisi Nobuo Uematsu’nun denetiminde yeniden düzenlenen melodiler gerçekten muhteşem. Zamanında midi ile dinlediğimiz bu parçaların, günümüz standardına modern bir yorum getirmiş olması beni oldukça etkiledi. Hem yeni hem de nostaljik bir havaya sahipler ki, Remaster’dan beklentimiz de tam olarak bu değil midir?
Sonra karakter oluşturma sürecine geçiyoruz ve maceramız başlıyor. FF I, dört Warrior of Light’ın ortaya çıkışını müjdeleyen bir kehanetle açılış yapıyor. Burada, istediğiniz karakterlerin sınıflarını (Warrior, Thief, Monk, Red Mage, White Mage, Black Mage) seçme şansına sahipsiniz. Ardından kralın kaçırılan kızını bulma yolunda, elf prensini uyandırmak gibi çeşitli görevler için maceraya atılıyoruz. Bahsettiğim gibi, eski FF’lerin birçok platformda özel olarak çıkarılmış sürümleri mevcut; FF I öz olarak (özellikle grafik açısından) NES sürümünü temel alıyor. PS1 versiyonunu bilenlerin grafikleri küçümsemesinin sebebi de bu. Yine de PS1 grafiklerinin daha hoş gözüktüğünü kabul ettiğim halde, NES’deki pixelları esas almış olan Pixel Remaster sürümlerinin de kendine has bir bütünlüğe ve nostaljik bir havaya sahip olduğunu inkar edemem.
Diğer alanlarda da çeşitli versiyonların özellikleri bir araya getirilmiş. Büyü sistemi, klasik MP sisteminden çıkarak, D&D oyunlarından aşina olduğumuz seviye seviye büyü slotları sistemine geçmiş. Karakter özellikleri, bosslar ve düşmanlar Game Boy Advance versiyonunu temel alıyor. Buna ek olarak, Remaster versiyonlarının en dikkat çeken yanı arayüz yenilikleri ve oynanış kalitesini artıran özellikler. Sağ üst köşedeki mini harita, uzun yolları bulmayı oldukça kolaylaştırıyor. Dünya haritasında çeşitli bölgelerde kaç tane sandık ve hazine olduğunu görebilmek, oyuncular için büyük bir kolaylık. Dövüşlerin hızını artırarak, karakterinizin en son verdiği komutları otomatik tekrar eden Auto-Battle özelliği adeta bir nimettir. Önceden saldırdığınız bir düşman öldüğünde, diğer karakterlere aynı düşmana saldırma emri verirseniz, o saldırılar boşa giderdi; şimdi ise sıradaki hedefe otomatik olarak geçiyorlar – böylece sinir harbinden oldukça uzak kalıyorsunuz. Menüler oldukça açıklayıcı ve işleri kolaylaştırıyor. Eğer envanter yönetiminde vakit kaybetmek istemiyorsanız, ekipmanı optimize eden bir tuş da mevcut. Quick Save ve Auto Save gibi modern standartlar da yerinde.
Ancak bu kadar güzelliğin yanında bir eksiklik var ki; o da oyunun GBA ve 20. Yıl Dönümü sürümlerinde bulunan The Soul of Chaos ve The Labyrinth of Time adlı bonus içeriklerin dahil edilmemiş olması. Eğer bu içerikler eklenmiş olsaydı, “FF I’in nihai versiyonu budur!” diyebilirdik, ama bu eksiklik ister istemez tadı biraz kaçırıyor. Yine de, ilk oyun için oldukça güzel ve eğlenceli bir Remaster oluştuğunu söyleyebilirim.
Final Fantasy II
Sıra serinin “kara koyunu” olarak nitelendirilen Final Fantasy II’de. Öncelikle, müzik konusundaki görüşlerimin diğer oyunlar için de geçerli olduğunu bilmenizi isterim; yenilenen müzikler muazzam. Nobuo Uematsu’nun zamanında bu melodileri yaratmak istemiş olduğu hissini alıyorum, ancak teknolojik sınırlamalar yüzünden midi formatına geçmek zorunda kalmışlar. Ancak fontlar hâlâ kötü ve grafikler bakımından üç oyunun da tutarlı bir nostaljik havaya sahip olduğunu söyleyebilirim. Yine de, PSP gibi farklı versiyonların görselliği için tercih edilenleri anlayışla karşılıyorum.
Bu oyundaki karakterler, ilk oyundaki gibi oluşturulmuş sınıflardansa, doğrudan yaratılmış karakterlerdir. Bu karakterler; Firion, Maria, Guy ve Leon olarak adlandırılmıştır, ancak isterseniz isimlerini değiştirebilirsiniz. FF II’nin serinin “kara koyun” olarak adlandırılmasının sebeplerinden biri de biraz daha deneysel bir yaklaşım sergilemesidir. Burada, geleneksel sınıf sistemi ve seviye atlama yerine farklı bir “yetenek” sistemi tercih edilmiştir. Kısaca, bir silah ya da yetenek ne kadar sık kullanılırsa, o konudaki becerileriniz yavaş yavaş gelişiyor; ancak bu gelişme süreci Remaster versiyonu ile oldukça hızlanmış durumda. Ayrıca, bir önceki oyundaki Auto-Battle özelliği sayesinde, grind yaparken başka şeylerle ilgilenmek bile mümkün hale geliyor, böylece sistem aynı durumu eziyet olmaktan çıkarıyor. Ancak yeni bir büyü elde ettiğinizde, o büyünün etkili olabilmesi için önce grind yapmanız gerektiği hâlâ biraz can sıkıcı.
Geldiğimiz noktada, bu oyunda alışılagelmiş MP sistemi, ilk oyunun aksine geçerliliğini koruyor. İlk oyundaki standart, isimsiz karakterler yerine, bu sefer oyundaki karakterlerin ciddi bir kimlik sahibi olduğunu söyleyebilirim. İmparatorun Fynn kasabasına düzenlediği saldırı sonrası öksüz kalan dört genç olarak, Prenses Hilda’nın yönlendirmesiyle isyanın ortasında yer alıyoruz. Maria’nın kayıp kardeşi Leon’u ararken, aynı zamanda Wild Rose adlı isyancılara, Dreadnaught adındaki hava gemisinin tamamlanmasını engellemek için yardım etmektedir; çünkü bu geminin tamamlanması İmparatorluk için büyük bir başarı anlamına geliyor. Bu süreçte entrikalar ve ihanetler de doludizgin sürüyor. Ancak gerçekten de “kara koyun” olmaktan çok daha fazlası olduğunu söyleyebilirim, ama deneysel kısımları kendini hissettiriyor.
Yine de, FF II’nin versiyonu da kendi eksiklikleriyle karşımıza çıkıyor. Bunda da, ne yazık ki GBA ve PSP versiyonlarında yer alan, konusunun spoilera yol açacağı için incelemekten kaçındığım, ancak karakterleri ve olayları daha da derinleştiren Soul of Rebirth hikâyesi bulunmuyor.
Final Fantasy III
Serinin hayranları, orijinal oyunun 1990 yılında piyasaya sürülmesine rağmen, Japonya dışındaki birçok oyuncunun bu oyunla tanışmasının 2004 yılında çıkan Nintendo DS sürümü ile gerçekleştiğini hatırlayacaktır. Sonraki versiyonların çoğu da bu portu temel almış durumda. FF III, o versiyondan bazı unsurları almış olsa da, gerçek temeli orijinal Famicom sürümüne dayanıyor. Diğer yandan bu üç oyun arasında, nihai anlamda en iyi deneyimi sunan sürüm olduğunu rahatlıkla belirtmek isterim. Üstelik eksik içerik de yok; bu durum gerçekten keyfinize keyif katıyor!
Maceramız, dört yetimin bir mağarada bulduğu kristal tarafından seçilmeleriyle başlıyor ve diğer element kristallerinin peşinde koştuğumuz ikonik bir hikâyeye evriliyor. Aynı zamanda, ilerleyen oyunlarda serinin işaretlerinden biri olacak olan “Job” sisteminin ilk uygulaması burada yer alıyor. Yaratılan dört karakter, oyuna zayıf birer Onion Knight olarak başlıyor ve her kristal aldıkça yeni sınıf seçenekleri kazanıyor. Bu sınıflar arasında savaş sırasında istediğiniz an kolayca geçiş yapabiliyorsunuz. Başlangıçta Onion Knight olarak başladığınız zaman, Monk’a geçiş yapabilirsiniz ama bir kasabaya girmeden önce “mini” olmanız gerekiyorsa küçüldüğünüzde Monk halinde düşmanlara zarara veremezsiniz; hızlı bir şekilde Red Mage’e geçiş yaparak itibaren büyü yağdırmaya başlayabiliyorsunuz. Ancak oyun, sizi bazı noktalarda belirli sınıflara geçmek zorunda bırakma hissi verebiliyor ama bu tür kısımlar azınlıkta olduğundan çoğu zaman istediğiniz gibi karakterlerinizi geliştirebiliyorsunuz.
Haritaların gizli eşyalar ve bölgeler açısından zengin olması, keşif hissini diğer iki oyundan daha fazla perçinliyor. Çalıların arasından çıkan iksirlerin yanında eklenen mini haritayı sürekli kontrol etme ihtiyacı hissettim. Oyun beni sık sık, “Hmm, burada bir sandık var ama nasıl ulaşabilirim?” gibi düşüncelere yönlendirerek ödüllendiriyordu. Diğer iki oyunun incelemelerinde belirttiğim gibi, oynanış kalitesini artıran birçok özellik burada da mevcut. Ancak sanırım keyifle oynadığım oyun bu oldu.
Oyunların detayları bu şekilde; şimdi ise hepsinin özetine gelelim. Final Fantasy Pixel Remaster projesi mükemmel değil. Daha iyi yapılabilecek bazı noktaları bulunmakla birlikte, modern sistemlerde bu oyunları oynatmanın en iyi yollarından biri olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz. Özellikle oyun kalitesini artıran özellikler her birini daha oynanabilir kılıyor ve keyfini artırıyor. Eğer benim gibi Final Fantasy serisine tutkulu bir oyuncuysanız, oyunları ayrı ayrı almak yerine tam paketi edinmeyi ve IV – V ve serinin en iyilerinden VI’yı beklemeye başlamayı öneririm.