Fırtınalı bir akşam üstü İstanbul’un gökyüzünde sanki Thor ve Zeus yıldırım savaşına tutuşmuş gibiydi. Ramuh’un gözlemcisi olduğu bu anlar, ileride yaşanacakların habercisi olamazdı. O an için hissettiğim heyecan ve endişe iç içe geçmişti. Uzun yıllardır takip ettiğim ve beni şekillendiren bir serinin yeni oyununu deneyimlemek üzereydim. Fragmanlar umut verici görünse de, Square Enix’in son dönemlerindeki tutarsızlıkları beni düşündürüyordu. XV. oyunun ardından ağzımda kalan tat, bu yeni yapımda devam edecek miydi? Ama “Oyunları oynayıp göreceğiz” diyerek içimdeki gerginliği bastırmayı başardım. Oyunun başlangıcındaki birkaç saat içerisinde ise tüm kaygılarımın yersiz olduğunu anladım; önümdeki 50 saat boyunca serinin en iyi oyunlarından birini deneyimleyecekmişim gibi görünüyor.
Acımasız Bir Dünya
Final Fantasy, her zaman umudun yeşertildiği, karamsarlığın aksine ulaşılmak istenen o ideal dünyaların ve fantastik diyarların bir yansıması olmuştur. Ancak bu kez, durum hiç de öyle değil. Kendi gerçekliğimiz karanlıklaşırken, sanatçıların eserlerine bu değişim yansıyor. Valisthea, işte bu halkın endişeleri, toplumsal kaygılar ve değişen normların bir sonucudur. Bugünün toplumsal sorunları olan temsiliyet eksikliği, aidiyet hisleri, eşitsizlik gibi durumlar Final Fantasy gibi büyük bir fikri mirasın göz ardı etmesi beklenemez. FF XIV’ü yeniden canlandıran ekibin bu cesur yönelimi, oyuncuları tanıdık bir atmosferin içine çekiyor.
Dünya adeta verem gibi karardığı bir hastalığın pençesine düşmüş, kaynakların azalması krallıkları ayrıca savaşa sürüklüyor. Tüm bunların ortasında, Dominant adı verilen ve Eikon adı verilen fantastik varlıklara dönüşebilen insanlar durmakta. Bu insanlar savaş alanına indiklerinde felaketler kaçınılmaz oluyor. Rosaria Krallığı’nın genç prensi Joshua ve onun Eikon güçleri, Phoenix’ten gelen bir sıfat taşırken, abisi Clive ve babasıyla birlikte önemli bir seremoniye doğru yola çıkıyorlar. Ancak, beklenmedik trajik olaylar da peşlerini bırakmıyor. Bazı oyuncuların oyunu Game of Thrones havasında değerlendirmesi bir yana, bu hikaye özünde tam anlamıyla Shakespearevari; aşk, savaş, fedakârlık ve insani bağlar üzerine odaklanıyor.
Yapımcıların dokuduğu hikaye ve detaylarla dolu olan bu dünya, insana hayranlık uyandırıyor. Karakterlerinin her adımında ve verdikleri kararlarla onlarla birlikte hissetmemek elde değil. İşte bu, benim için Final Fantasy serilerindeki özlem duyduğum unsurlardan biriydi. XV’te Noctis’in öyküsüyle etkilendim, fakat o oyun yapım sürecindeki karmaşa ve neticesinde bulanık bir noktaya sürüklenmişti. Ancak yapımcı Naoki Yoshida ve FF XIV’ün arkasındaki ekip, geçmişteki dönemlere dair harika atıflar yaparak heyecanverici bir geleceğe gidişin yollarını açıyor.
Fantasy May Cry
Hikayenin detaylarına biraz daha dalmadan, başlangıçta geçen olayların üzerinden birkaç yıl geçtiğini belirtmeliyim. Clive, imparatorluğu için damgalanmış bir asker olarak karşımıza çıkıyor. Ailesinden uzağa koparılmış ve sadık kurdu Torgal’dan ayrı düşmüş bir halde. Kardeşi Joshua’nın sahip olduğu Phoenix güçlerini en yüksek seviyede kullanmak zorunda. Valisthea’da sihir gücü olan bireyler Bearer olarak adlandırılmakta ve genellikle dışlanıyor. Oyun, buradaki kölelik ve ayrımcılık temasını sert bir şekilde ele alıyor. Şimdiye dek gelen tüm FF’ler arasında en kanlı olanı bu yapım. Savaş sahneleri son derece vahşi, diyaloglar etkileyici ve duygular son derece insani; sevinçten intihara kadar herkesi etkileyen bir yelpaze ile karşımızda. Yapımcıların cesareti kesinlikle takdir edilmeyi hak ediyor.
Clive, klasik FF kahramanlarına pek benzememesiyle dikkat çekiyor; onunla bağlantı kurmak oldukça kolay. Duygu patlamaları ve yaşadığı anlar, oyuncuya geçerek etkileyici bir deneyim sunuyor. Oyundaki seslendirme ve performans kalitesi mükemmel. Cid karakteri, serinin toplamından çok daha fazla ismi anmakta, ancak bunu bir noktada ispatlamak zordur. FF serisinde Cid her zaman önemli bir yere sahiptir; bu kez ise hikaye içinde merkeze konularak kalp haline getirilmiş. Clive’ın gerçek yolculuğu da Cid ile tanıştıktan sonra başlıyor ve bu süreçte her şeyin nasıl gelişeceğini merakla beklemekteyiz.
Oyun içinde karakterlerin ve ulusların izini sürmek başlangıçta karışık görünebilir, ancak Active Time Lore sistemi sayesinde, ara sahneler durdurulduğunda sahnedeki karakterler ve organizasyonlar hakkında hızlıca bilgi edinilebiliyor. Bu kullanım şekli pratik ve akıllıca, benim de beğenimi kazanıyor. “Kavga dövüş dedin, yine olay anlattın” diyenleri duyabiliyorum, ama bu denli etkileyici bir hikaye her gün karşımıza çıkmıyor. Önceki oyunlarda aksiyon dolu bir oynanış ile karşılaşmıştık, ancak bu yapımda öncelikle bir sanat eseri olarak dövüş sisteminin hayata geçirildiğinden bahsetmek lazım.
İfrit Olma Yanarsın…
Final Fantasy III’ten bu yana hayatımızda farklı şekillerde yer alan Eikonlar, her oyunla birlikte farklı hikayelerde karşımıza çıkıyor. Çoğu zaman yanımızda savaşmayı üstlenirken, yeni yapımda insanlara dönüşmüş durumdalar; bu durum bile olayları bambaşka bir yere taşıyor. Ifrit, Shiva, Titan, Ramuh, Odin, Bahamut ve Phoenix, bu oyunda yeniden canlandırılarak karşımıza çıkıyor. Her bir Eikon, bir insanla bağlantılı; örneğin Bahamut’un dayanılmaz gücü prens Dion’a, Garuda’nın ise yalnızca kendi çıkarlarını düşünen bir kadına ait. Her biri ile karşılaştıkça, Clive içsel ve mekanik bir evrim geçiriyor. Onun belirleyici yeteneği, diğer Dominant’ların güçlerinden bir kısmını elde etmesi; bu durum oyunun tüm dövüş sistemini etkiliyor.
Özellikle savaşların merkezini oluşturan Eikonların kapışmaları, tarih boyunca gözlemlenen en büyük savaşları içeriyor. Bu anlar, sadece görsel açıdan değil, aynı zamanda kardeşlik, intikam ve özlem gibi duygusal yoğunluk hali de içermekte. Oyun, bu büyük anlar için hazırlık yaparken, beklenen bitişle birlikte yaşanacak olan tatmin duygusu da isimli niha ile birleşmekte. Bu sahnelerin ve oyunun genel kalitesi, ses ve görsel açıdan oldukça etkileyici. Final Fantasy yeniden sahneye çıkarken, daha önce hiç yapılmamış bir deneyim sunuyor.
Büyük bir açık dünya sunulmakla birlikte, ilerleyiş daha çok çizgisel bir şekilde; ancak buna ek olarak yan görevler ve arcade modları bulunuyor. Oyun boyunca karşılaşılan görevlerde, karakterlerin ve öykülerin kalitesi gerçek anlamda tatmin edici düzeyde. Ancak yan görev çeşitliliğinin azlığı, bazen oyuncuyu sıkabilir. Yine de oluşturulan muhteşem hikaye ve karakterler, ana deneyimi korurken oyunun özünü temsil ediyor.
Tanrılara Karşı Bir Savaş
İnsanı insan yapan, akıl, duygu, bilinç ve irade üzerine kurulu bir yapı, zor zamanların üstesinden gelmemizi sağlar.
FF XVI’daki esaret teması, iki farklı boyuttan ilerlemekte. Bir yanda ana karakterlerin Eikonlarla olan ilişkileri, diğer yanda ise sıradan halkın yaşadığı kölelik durumu. Yan görevlerin çoğu, bu acımasız dünyanın bir parçısını gözler önüne seriyor. Valisthea’nın çürüyüp yok olma süreci, tezatların da öne çıkmasına neden oluyor. Kendi kurallarına göre yaşayıp ölme düşüncesi, karakterlerin çoğuna sirayet etmiş durumda.
Bu oyun, bana çok önemli olan bir duyguyu geri kazandırdı ve hayata olan bakış açımı yeniden alevlendirdi. Eski güçlü duyguların geri dönüşü ve Final Fantasy ile olan ilişkimin yeniden canlanması beni mutlu ediyor.
Bu Bir “Fantezi” de Olsa Yüreğimde Her Daim Yerin Var…
Bu oyun, belki de senin bir veya iki günlük yemek masrafına denk; ama harcayacak bu parayla pek çok farklı şey yapabilirsin. Eğer tüm şartları sağladıysan, geriye yaslanıp uzun ve tatmin edici bu serüvenin tadını çıkarabilirsin. Yoldaşların hep seninle olacak; yol ne kadar zorlu olursa olsun, muazzam savaşlar verecek ve hayal dahi edemeyeceğin yerlere ulaşacaksın. Unutmayın ki yalnız değilsiniz. Ve bu yolculukta zorluklar varsa, onu yönlendirecek olan sensin. Her şey bir sona ulaşsa bile, her son yeni bir başlangıca işaret eder.