Max Payne, 23 Temmuz 2001’de sahalara fırladı ve bu yıl 20. yaşına basarak, yaşlılık onurunu kutlayan bir oyun olarak hafızalarımızda yer edindi. Biz de onun hayatına, maceralarına ve içsel çatışmalarına bir bakış atmaya karar verdik. “Beyler, bayanlar, Max Payne’i tanıtmama izin verin, New York’un en yüksek gangster cesedi sayısına sahip adamı.” İşte bu, Max Payne 2‘deki Vladimir Lem tarafından söylenmiş etkileyici bir replik. Tıpkı Max’in kendisi gibi, bu replik de hafızalarda yer etme konusunda son derece başarılı. Tam yirmi yıl önce hayatımıza giren Max, acı ve kayıplarla dolu bir yolculuğun baş kahramanı haline geldi. Inevitably, hayatımızı etkileyen her türden dayanılmaz acıyı yaşatırken, hem kahramanlığı hem de suçluluğu bir arada taşımamızı sağladı.
American Dream, çoğunluk için hoş bir uyku, fakat bu rüyaya gözleri açan Finlandiyalı Sam Lake, tüm rengarenk yıldızları karanlık bulutların ardına saklayarak, rüyanın kâbusa dönüşmesini sağladı. New York’un parlak gece sokakları bir an da canavara döndü. Ve o canavarı alt etmek için bir kahraman doğdu: Max Payne. Oyunun ilk bölümünde karısını ve çocuğunu kaybeden Max ile tanışınca, hep birlikte intikam yemini ediyoruz. Aramızda bir bağ oluşturuldu o günden sonra; Max bitti demeden, onun hikâyesi bitmeyecek gibi görünüyor. Aslında “Maximum Pain” yani Maksimum Acı, onun varlığının en güzel özeti. Kafamızda soru işareti bırakan bir gerçek; böyle bir entrikayı ve derin acıyı nasıl yönetti? İşte burada Max’in acılarının gerisindeki gizem buluşu başlıyor.
Max Payne, normalde mutlu bir ailenin çocuğu (Jack ve Helen çiftinin oğlu), zarif bir eşi (Michelle) ve bir babası (Rose) olan bir polisken, hayatı ani bir dönüşle karanlık yola sapıyor. Mutlu aile tablosundan bir video oyun çıkmayacağından, başarılı dedektifin peşine bela yapışıyor ve onun sıkı bir takipçisi olarak Brezilya’ya kadar uzanıyor. Sadece karısını ve çocuğunu değil, aynı zamanda her bir parçasını kaybeden, bir çizgi roman karakterinden daha derin bir ahşapta yol alan Max, belki de acıyı fiziksel bir yük olarak değil, ruhunun derinliklerinden beslenen bir hayat biçimi olarak kabul etmeyi öğreniyor. Oyun sonunda, Valkyr davası ve Aesir’in başı Nicole Horne ile işimizi bitirirken, yeni bir aşka, Mona Sax’a doğru yola çıkıyoruz. Ama söz konusu Max olduğunda, hayatının gidişatını değiştiren bu aşk da baştan kaybettiği bir başka kişiye dönüşüyor.
- Maksimum Acılar ve Yalnızlık: Max, acıdan başka bir şey tanımıyor. Brezilya’ya gittiğinde bile, o kafasındaki kurguya takılı kalıyor.
- Zaman Yavaşlar, Max’in Acısı: Bullet Time’ın keyfini çıkarırken bile, zamanın ne kadar hızlı geçtiğini hissediyoruz. Max’in acısı, bu zorlu ortamda bile yavaşlamıyor.
Yirmi yıl önce, hayatımıza giren bu kahramanın hikâyesi bir şekilde hepimizi esir aldı. 1964 doğumlu olan Max, böylece bu yıl 57 yaşına basıyor. Terliklerini oldukça güzel ve rahat bir şekilde bırakmıştık, geriye dönmeyi asla düşünmeyecek gibi görünüyor. Belki de yaş gününü kutlamak için limonlu pasta kesmek en mantıklısı! Kim bilir, belki de karamsar suratı bu pastayla bir nebze olsun güler. Üç farklı oyunda karşılaştığımız, ama benim için hep Sam Lake olarak kalacak bu efsane, bize acının ve kaybın gerçekte ne olduğunu öğretmeye devam ediyor.
Max’in Alternatif Sonu Iskandinav mitolojisinden esinlenen bir evrende yolculuğa çıkan Max’in sonunun nasıl şekillendiğini bilmiyorum ama Rockstar, üçüncü oyunda Max’i Güney Amerika’ya sürerken, Sam Lake bir şekilde Alan Wake ile bu güzel hayalya yerleşmişti. Üç oyun boyunca onu seslendiren James McCaffrey’in bir sürpriz yumurta gibi ortaya çıkmasıyla, bu bilgiye ulaştık. “The Sudden Stop” adlı kısa hikayeye göre Max, intikamının ardından tam 13 sene geçtikten sonra intihar ederek ailesinin yanına gidiyordu. Ancak Rockstar bu fikirden faydalanamayacağı için, her anlamda özgürleşene kadar Brezilya’nın kumsallarında acı çekmek zorunda kaldık.