Kör edici beyaz bir ışık, ufkun tamamını kaplarken, adeta olası var oluşun bütününe de hükmediyor. Bir an için dünyanın her tarafını aydınlatan bu yapay güneş, arkasından gelen kavurucu ısı dalgasıyla sanki insanları kömüre dönüştürüp, o anı ve tüm hayal kırıklıklarını yok ediyor. Tıpkı Oppenheimer’ın 1965’teki berbat vicdan azabıyla dolu konuşmasında bahsettiği “dünyaları helak eden” olma hali gibi. Binlerce hayat, binlerce dünya ve hayal, saniyeler içinde yok olurken, Japonya üzerinde etkileri günümüze kadar süren devasa bir travma bırakıyor. İşte Christopher Nolan’ın filmi, bu ölüm silahının yapımından çok, onu yaratan kişinin üzerindeki derin etkisine odaklanıyor. Üstelik bu iki buçuk saatlik soluksuz yolculuk boyunca, izleyiciye tek bir ölüm dahi göstermeden, dehşet ve paranoya duygusunu yarattığı için alkışlanası bir iş başarıyor.
Şimdi beni biliyorsunuz, ben filmleri daha çok kendi penceremden görmeyi tercih eden biriyim, bu da demek oluyor ki teknik detaylara fazla kafayı takmam. Oppenheimer’da bu anlamda bir sıkıntı yok. Ancak, özellikle sesin tüyler ürpertici kullanımı üzerinde durmazsam yazım eksik kalır. Hani biliyorsunuz, bazı sesler vardır, resmen jump scare gibi ya da sanki arka planda bir yerlerden gelen, kaynağını belirleyemediğiniz huzursuz edici sesler… Küçük çığlıklar, patlamalar, ve gökyüzünde patlayan bir ateş topunun sesini duyduğunuzda yaşadığınız dehşet. Sanki bilim adamının zihninde bir tür zihinsel çember var ve bu çember daraldıkça, o kırılma sesleri ona dair içsel bir kafa karışıklığının dışa vurumu gibi gün yüzüne çıkıyor. Sonuçta sesin anlatım gücü konusunda bu film, en iyi örneklerden birini sunuyor.
Bir yandan film akıp giderken çok sayıda konuşma ve fikir havada uçuşuyor; bir yandan ise bilimin karmaşasını anlamaya çalışarak duygusal yükler ve etik tartışmalar arasında denge kurmak gerçekten zor. Tavsiyem, filme gitmeden önce iyice dinlenmiş olmalısınız ve telefonlarınızı görünmeyecek bir yere kaldırmalısınız! Çünkü Oppenheimer, izleyicinin dikkatini sadece kendi üzerinde yoğunlaştırmayı hedefliyor ve bunda kesinlikle gocunmuyor. Evet, bu biraz yorucu; ama genellikle kaçış aracı olarak gördüğümüz sinemanın böylesine sıcak bir meseleyi gerçekçi ve insana düşündüren bir biçimde işlemesi takdire şayan bir başarı.
Bu noktada, dönemin koşullarını değerlendirdiğimizde, bu bombanın atılmasının ne derece gerekli olduğu bir tartışma konusu. Zaten mucidi Oppenheimer da hidrojen bombası yapımının önünü daha sonra kapatma çabası içerisine girecek. Ve evet, belki bizde “keleş” diye bilinen Kalashnikov AK-47 makineli tüfekleri, atom bombalarından kat kat fazla ölüme neden olmuş olsa da, her insanı AK-47 ile öldürmek imkânsızdır. Ama yeterince nükleer bombayla bunu yapabilirsiniz. İşte budur, insanların uykularını kaçıran, akıl almaz bir düşünce! Bu yüzden filmin zamanı, tüm bağlamı ve kalitesiyle birlikte mevcut meseleleri yeniden gündeme getirmesi bile son derece değerli bir durum.
Günümüz dünyasında, yapay zekanın liderlik pozisyonları için çatışmaya girmesi ve hayatlarımızı manipüle etme yeteneği ile ilgili merak ettiğimiz birçok soru var. Fakat biliyoruz ki, o kırmızı butona basacak kadar yetki sahibi değil. Ama bir yapay zekanın, yaptığı esprili bilgi toplama işlemleri ile sahte haberler yaymasından sonra, gelecekte güç sahiplerini manipüle edebilme potansiyeli akıllarda bir soru işareti bırakıyor. Ya da yapay zekalı yargıçlar daha adil kararlar verebilirken, öngörü yeteneğine sahip olan bir sistem nükleer saldırı yapılmasına dair bir öneride bulunursa, bu durumda karar kimin elinde olacak? Film, bu tür soruları diyaloglar içerisine akıllıca yerleştirerek bizleri düşündürmeyi başarıyor.
Şunu belirtmeliyim ki eğer o bombalar atılmasaydı, bugünkü Japonya çok farklı bir kimliğe sahip olacaktı. Belki de biz farklı konuları tartışıyor olacaktık. Ne Akira, ne Dirt en Grey’in Uroboros’u, ne de Linkin Park’ın A Thousand Suns’ı gibi eserler var olmayacaktı. Nükleer caydırıcılık adına yapıldığı varsayılan bu durumu ele aldığımızda, başka ülkelerin de bu teknolojiye ulaşma zorunluluğu ortaya çıkıyor. Bu da günümüze kadar uzanan bir nükleer güç sarmalı yaratıyor. Neyse ki artık nükleer testlerin düzenlendiği bir dünyada yaşıyoruz. Tabii ki bu, bir gün delinin birinin o kırmızı düğmeye basmayacağından emin olabileceğimiz anlamına gelmez! Zira bu adam, ömrünün geri kalanında yaktığı fitilin kör edici ateşiyle özdeşleşmiş bir vicdanla hesaplaştı. Sonuçta huzur bulmuş muydu, bu hala bir muamma; fakat film bunu sorgulamıyor, önemli olan, insani zaaflarımız ile etik ve bilimin tartışmasıdır. Güç kavramının sorgulanması gereken bir alan olduğunu da bu film çok iyi yansıtıyor.
Sonuç olarak, evet, film yüksek puan alıyor. Ama bir başkası için, bu film sadece tamamen egosentrik bir dâhinin, bir diğer egosentrik yönetmen tarafından kendi rahatlatma aracı olarak da görülebilir. O IMAX formatları, abartılı açıklamalar veya Barbie ile yapılan PR çalışmaları bazılarına itici gerçeği yansıtabilir. Fakat, tüm bu karmaşanın ötesinde, bir adamın (ve insanlığa dair bir sorunun) kırılgan varlığına odaklanan devasa lensin kavurucu sıcaklığını hissetmek… İşte bu, Prometheus’un çocuklarının gazabı olabilecek kadar sıcak. Ve bunu fark etmek, insanın kanını donduran bir his! Editörün Notu: Çağımızın en büyük hikâyesi, Nolan tarzı büyük bir hissiyatla gözlerimizin önünde sunuluyor ve geleceğe dair korkunun da hayli gerçekçi bir portresini çizebilmesi, filmin en büyük meziyetlerinden biri hiç şüphesiz. Filmin Notu: 4,5