Boss Rush türü, bildiğiniz gibi oldukça kendine özgü bir deneyim sunuyor. Başarılı olan örnekleri gerçekten etkileyici olabiliyor; ancak “boss’tan boss’a koşmak” dışında hiçbir derinlik sunmayanlar veya oynanışı akılda kalıcı olmayanlar hızla unutulup gidiyor. Eğer bu türde en iyi üç oyunu sorsanız, kesinlikle Shadow of the Colossus, Cuphead ve Furi derim. Fakat Perennial Order, bu listeyi yeniden değerlendirmeme yol açtı. İzninizle Furi’yi üçüncü sıradan çıkarıp yerine Perennial Order’ı yerleştireceğim.
Perennial Order’ı neden bu kadar sevdiğimi açıklamak zor olsa da, yine de deneyeceğim. Öncelikle, bir boss rush oyunu için son derece güçlü bir hikâyeye ve arkaplana sahip. Yalnızca bir boss’tan diğerine geçmekle kalmıyor; aralarda gizemli yan görevler üstleniyor, çözülmeyi bekleyen bilmecelerle uğraşıyor ve çok ilginç karakterlerle karşılaşıp onların hikâyelerini öğreniyoruz. Oyun, bitki temalı bir evrende geçiyor; aslında biz de bir bitkiyiz, ya da daha doğrusu, bitkiler ve organik canlılar iç içe geçmiş. Hatta bu durumu “bitkilerin istilası ve doğanın intikamı” olarak tanımlamak mümkün. Karanlık Çağ’da, toprakları lanetlemiş canavarlarla başa çıkmak için dünyaya gönderilmiş bir Perennial Knight’ı oynuyoruz; daha önce görev almış sayısız şövalye gibi.
Oyun, bana yoğun bir şekilde Shadow of the Colossus ve Hollow Knight’ı hatırlatıyor. Bu iki oyunun da mükemmel olduğunu düşündüğümüzde, bu oldukça olumlu bir durum. SotC’nin atmosferi, özellikle oyunun özgün dili, diyalogları ve vurgu noktalarında kendini belli ediyor. Instinct sistemi, Hollow Knight’ın Charm sistemine oldukça benziyor. Grafiksel olarak tamamen farklı bir evren sunmasına rağmen, oyun hala Hollow Knight’ın korkutucu ve organik ortamını barındırıyor gibi görünüyor.
Grafikler tek bir çizer ve animatör tarafından oluşturulmuş. Bu belirgin grafik tarzına gerçekten bayıldım. Ortam karanlık olsa da, karakterler ve boss tasarımlarıyla biyomların kendine özgü unsurları etkileyici. Oyun müzikleri de bu tür bir deneyime son derece uygun bir tarzda seçilmiş; boss dövüşlerinde çok özel bir yere sahip. Perennial Order’ın zorluk seviyesi de dikkat çekici; hatta bazı alanlarda Cuphead seviyesine ulaşan bir zorluktan söz edebilirim. Bunun en büyük nedeni, oyunda yalnızca tek vuruşluk canınızın olması. Evet, yalnızca bir vuruş! Boss’larla mücadele ederken en ufak bir hata, ölümle sonuçlanıyor ve baştan başlamak zorunda kalıyorsunuz. Neyse ki, her öldüğünüzde hemen boss’un kapısından geri dönebilirsiniz; bu durumda uzun koşular gerekmiyor. Ancak bu tek vuruşluk can durumu, oyundaki her karşılaşmayı extra dikkatle ve özenle oynamanızı gerektiriyor.
Dahası, bossların sağlık çubukları yok. Sağlıklarının ne kadar kaldığını geleneksel yöntemlerle öğrenemiyorsunuz. İşte burada boss’ların yetenekleri ve müzik devreye giriyor. Perennial Order’ın dinamik müzikleri, boss’un sağlığı azaldıkça genellikle daha coşkulu bir hal alıyor ve bu da sizi “Hadi, biraz daha dayan!” diye cesaretlendiriyor. Faz değişimleri ise ara sahnelerle değil, boss’un yeni yetenekler kullanmaya başlamasıyla belirginleşiyor.
Boss tasarımı gerçekten olağanüstü. Bu sadece görsel olarak değil; boss’ların tasarımları oyunun görsel diline mükemmel uyum sağlıyor. Ancak, bir Elden Ring veya Lies of P boss’u gibi “Vay be, tasarıma bak!” dedirten düzeyde değil. Boss mekanikleri ve çeşitliliği anlamında oldukça gelişmiş. Bir boss ile satranç oynarken, diğer birinde alevlerle savaşıyoruz. Bazen boss ile mücadele ederken, bir yandan da tuzaklardan kaçmak zorundayız. Diğer bir yerde ise kurbağaya benzeyen bir yaratıkla yarışıp köprüyü yıkmamaya çalışıyoruz. Her boss’un mekanikleri tamamen farklı, hatta yalnızca parry yaparak avantaj elde edebildiğiniz Master of the Bloom adında bir şövalye var. Bu da, klasik “blok yap, saldır – dodge yap, saldır” döngüsünden daha eğlenceli bir deneyim sunuyor. Tek vuruşta öldüğünüzü daha önce belirttim mi? 🙂 İşte bu “tek vuruşta ölmek” ve “boss öğrenmek” ifadeleri birleşince ortaya harika bir deneyim çıkıyor.
Savaş dinamiklerine baktığımızda ise, Perennial Knight’ımızın mekanizmasının oldukça özgün olduğunu söyleyebilirim. Belli başlı bir dash (saldırılardan kaçınmak için) ve kendine özgü bir kılıç ile savaşıyoruz. Gamepad ile anlatacak olursam, sağ analog kolu bir yöne (boss’a doğru diyelim) tıklayarak hafif saldırı yapabiliriz; aynı analog kolu iterek saldırı çubuğunu doldurup son kısmındaki sarı alana bırakarak kritik vuruş gerçekleştirebiliriz. Boss özelinde, kılıcınızı rakiple aynı anda kullanarak deflect yapmanız da mümkün; tüm savaşlar sağ analog kolunuzu kullanarak şekilleniyor.
Son olarak, birkaç eleştirim var. Bence oyun kesinlikle hızlı seyahat özelliğine ihtiyaç duyuyor. Gittiğimiz yerlerde yol katettikten sonra boss’u öldürememişsek, geri dönmek istediğimizde oldukça uzun mesafeler almak zorundayız. Tekrar o boss’a dönmek için yine çok fazla yol kat etmek gerekiyor. Perennial Order, asla lineer bir oyun değil; özellikle Fort Holgrove’a ulaştığınızda dilediğiniz gibi 6-7 farklı yol çıkıyor karşınıza. Ancak, oyundaki boss’ların zorluk seviyeleri arasında büyük farklılıklar var. Kılıcınızı geliştirmediyseniz veya faydalı Instinct’lere sahip değilseniz, bazı yerlerde muazzam zorluklarla karşılaşabiliyorsunuz. Burada yönlendirme eksikliği pek iyi değil; mesela neden girdiğim ilk yolda 8/10 zorlukta bir boss ile karşılaşmak isteyim ki? Belki karşılaştığımız NPC’ler, “gideceğimiz yere dair” yönlendirme yapsa bu durum çok daha iyi olabilirdi.
Kısacası, ummadığım kadar başarılı bir Souls-lite deneyimi sunan Perennial Order, pek çok kişinin radarından kaçmış olabilir. Ancak özellikle zor ama ödüllendirici oyunları sevenler ve boss savaşlarına ilgi duyanlar kesinlikle kaçırmasın!