Prince of Persia: The Lost Crown ile Metroidvania Dünyasına Yolculuk

Prince of Persia: The Lost Crown ile Metroidvania dünyasına adım atın. Eşsiz maceralar ve heyecan dolu düşmanlarla savaşa hazır olun!

admin

Birkaç ay önce, birisi bana “Prince of Persia: The Lost Crown’ı çok beğeneceksin; hatta favori metroidvania oyunların arasına girecek,” derse kesinlikle yadırgardım. Önce o kişinin gözünün içine bakarak, ardından J.J. Jameson’un meşhur kahkahasından bir versiyonunu çıkarırdım. The Lost Crown, aslına bakarsanız hiç düşünmediğim bir oyundu. Duyurulduğu günden beri, benim gibi azılı bir PoP hayranını uzaklaştırmak için gereken her türlü özellik mevcuttu. Yenilikçi bir başkarakter, “Bildiğiniz Prens’i unutun!” gibi sözler, Sargon adında asi ve rasta saçlı bir genci yönetecek olmamız… Ubisoft’ın sunduğu bu haberlere karşı duyduğum hoşnutsuzluğu ifade etmemek mümkün değildi. Fakat, oyunun hiç ummadığım kadar iyi olduğu ortaya çıktı ve tüm ön yargılarıma rağmen oynarken son derece keyif aldım. Hatta Ori and the Blind Forest ve Hollow Knight’tan sonra oynadığım en iyi metroidvania olduğu konusunda abartı yapmadığımı söyleyebilirim. O kadar iyiydi…

Yukarıda da belirttiğim gibi, The Lost Crown serinin yeniden doğuşunu simgeliyor ve bizi bambaşka bir hikaye akışına yönlendiriyor. Klasik Prens, hain veziri ve Bin Bir Gece Masalları’ndan fırlamış atmosferi unutun. Bu sefer Sargon adında, kılıç konusunda yetenekli, çevik ama bir o kadar da küstah bir gençle birlikteyiz. O, Pers İmparatorluğu’nun “Ölümsüzler” olarak bilinen seçkin askerlerinden biridir. Yetenekli yedi savaşçıdan oluşan bu gruptaki her birey “Artha” adındaki bir enerjiyi kullanarak özel saldırılar gerçekleştirebiliyor.

Oyunun başında, Ölümsüzler Persepolis’i kuşatan düşman askerlerini alt ederek şehri kurtarıyor. Ancak işler tam rayına oturmuşken, Tomris Hatun’un oğlu Prens Ghassan kaçırılıyor ve kurtarma görevi yine biz Ölümsüzlere düşüyor. Evet, oyundaki “Pers prensi” bu.Takımımız, prensi bulmak için eşkıyaların peşine düşüyor ve kendilerini efsanevi Kaf Dağı’nın eteklerinde buluyor. Bu dağ, büyülü güçleriyle tanınan Simurg ve Pers İmparatorluğu’nun büyük hükümdarlarından Kral Darius’un yaşadığı yer. Fakat Darius, otuz yıl önce ölmüş, Simurg kaybolmuş ve Kaf Dağı’nın üstünde bir lanet var. Zaman, burada güvenilmez bir kavram hâline gelmiş. Saraya girmemizin ardından birkaç dakika içinde, yoldaşlarımızdan birinin “Haftalardır buradayız ama hiç bir sonuç elde edemedik,” söylemini ve saray muhafızlarından birinin “Yıllardır bu koridorlarda dolaştığını” duyuyoruz.

Dağın üzerindeki lanetin sonucu olarak bazı muhafızlar zombi askerlere dönüşmüş, birkaç yer ise çeşitli canavarlarla dolmuş. Zamanın durduğu noktalar var. Havada asılı kalan dev bir heykel, deniz savaşının tam ortasında donakalan gemiler ve tersine akıtılan kum şelaleleri… Ölümsüzler, Kaf Dağı’na adım atar atmaz prensi bulmak için etrafa dağılıyor ve böylece Sargon ile baş başa kalıyoruz.

Önyargıları Paramparça Etmek

Açıkça ifade etmek gerekirse, ilk yarım saat boyunca oyuna karşı biraz soğuk kalmıştım. Prens’i etkisiz bir figüre dönüştürmeleri, Sargon’un punk tarzıyla tavırlara yabancı olmam veya Sands evreniyle olan zayıf bağlantı… Ancak Kaf Dağı’na adım attıktan sonra, serüvenin gerçek anlamda başladığı anda her şey değişti. Çünkü oyun gerçekten etkileyici, özellikle de metroidvania türüne meraklıysanız.

  • Unutulmaz Oyun Müzikleri: PoP The Sands of Time – Time Only Knows

Oynanış, alıştığımız metroidvania formülünü takip ediyor. Elimizde, birbirleriyle bağlantılı geniş bir harita var; fakat başlangıçta her bölgeye erişimimiz yok. Yeni alanlara ulaşabilmek için oyunda ilerleyip yeni yetenekler kazanmalıyız. Bununla birlikte, oyunun haritası gerçekten de ÇOK BÜYÜK. Şuna eminim ki daha önce bir metroidvania’da bu kadar geniş bir haritayla karşılaşmamıştım (Afterimage oynamadığın ne kadar da belli 🙂 – Eser). Haritanın her bölgesi, diğerlerinden olabildiğince farklı tasarımlara sahip. Hem çevresel çeşitlilik hem de bulmacalar ile düşmanlar açısından bu geçerli.

Oyunda 10’dan fazla farklı bölge bulunmakta: saraylar, ormanlar, bahçeler, astronomi kuleleri, yeraltı mezarları ve limanlar… Her bir bölgede başka yerlerde rastlayamayacağınız 2-3 farklı düşman türü mevcut. Hepsi de oldukça zorlayıcı; en ufak hatamızda bile acı bir şekilde sonuçlanabiliyor. Özellikle birden fazla düşman üstümüze gelirse, yeteneklerimizi ve reflekslerimizi en iyi şekilde kullanmazsak, dövüşten çıkmamız oldukça zorlaşıyor. Bölüm sonu canavarlarına ulaşmaya çalışırken karşılaştığım düşmanların sayısını hatırlamıyorum bile. Oyunda hafif bir Souls atmosferi olduğunu söylemekte haksızlık yapmam.

Zamanlama Möhim Mesele Azizim

Sargon’un yetenekleri de sınırlı değil. Çift kılıcımıza ek olarak, ilerleyen bölümlerde bir ok ve yay ve ayrıca bir çakra kazanıyoruz. Sağda solda topladığımız materyallerle sarayın demircisine gittiğimizde (Bu arada demirci, kocaman, kıpkırmızı bir iblis abla) silahlarımızı güçlendirebiliyoruz. Ayrıca çeşitli görevleri tamamlayarak veya sandık açarak bulduğumuz kolyeleri takarak avantajlar elde edebiliyoruz. Ateş dayanıklılığı, can artırma, hasar verme gibi özellikler… Normal saldırılara ek olarak, “parry” (savuşturma) yeteneğimiz var. Ancak bunu zamanlamasını tam olarak ayarlamadığımız takdirde, zorlu düşmanların kritik hasar verip bizi alt etmesi kaçınılmaz hale gelebiliyor.

Ama tüm numaralarımız bu kadarla sınırlı değil. Bölüm sonu canavarlarını yendikçe kazandığımız Simurg tüyleri bize farklı “zaman güçleri” kazandırıyor. Ancak, bu güçler Sands of Time’daki gibi zaman geri alma veya yavaşlatma yetenekleri değil. Daha çok metroidvania oyunlarında aşina olduğumuz özellikler: çift zıplama, ileri atılma, kendi klonunu oluşturma ve kuşağımızla kancalara tutunma gibi… Ek olarak, Artha enerjisini kullanarak gerçekleştirdiğimiz güçlü özel saldırılar da var. İlk etapta kılıçlarımızla güçlü bir enerji saldırısı yapabiliyoruz. Ancak bölümleri geçerek bazı özel düşmanları yendikçe repertuvarımıza yeni ve etkileyici yetenekler ekliyoruz. Bu yeteneklerin isimleri şöyle: “Gılgamış’ın Ruhu”, “Bahamut’un Öfkesi” veya “Şahbaz’ın Hayaleti” gibi isimlere sahip olması, her birini kullanırken gülümsememize sebep oluyor.

Oyun, yalnızca kılıç savaşı ve koşmaktan ibaret değil. The Lost Crown’ın haritası, gizli odalar, çözülmesi gereken bulmacalar, yan görevler, kıyafetler ve toplaması gereken nesnelerle dolup taşıyor. Bölüm tasarımları hem çok başarılı hem de oldukça farklı. Bir an karanlık tünellerde korkunç yaratıklarla mücadele ederken, bir başka an, tuzaklarla dolu bir korsan kasabasında düşmanlarla kılıç tokuşturuyoruz. Özellikle, sürprizini kaçırmak istemediğim bir “deniz savaşı” bölümü var ki, sanırım en çok o kısmı sevdim; gerçekten orijinal bir tasarıma sahipti.

Teknik açıdan da başarılı bir yapım The Lost Crown. 30 saatlik maceram boyunca sadece bir küçük hata ile karşılaştım; o da korsanların kaptanı ile yan görevimi tamamlayamamaktı. Ancak bu ilk gün yaması ile çözülebilecek küçük bir sorun. Oyun bitiminde beni engellemediği için iyi ki böyle oldu. Bunun dışında, herhangi bir çökme veya kasma problemi yaşamadım. Müzikler de son derece yeterli. Beklenildiği üzere Orta Doğu melodilerini kullanmışlar ve bunu başarılı bir şekilde uygulamışlar. Müzikler, Ori and the Blind Forest ve Halo Infinite’den tanıdığımız Gareth Coker tarafından bestelenmiş. Ancak, bir-iki parça dışında akılda kalıcı bir melodi olduğunu söyleyemem.

Şimdi notumu neden kırdım biraz bahsetmek gerekirse. Öncelikle, ödül sisteminin biraz zayıf olduğunu düşünüyorum. Çok zorlayıcı bir bulmaca sekansının ardından bana yalnızca kırmızı bir pantolon vermesi gibi bir durum yaşandı. O kadar emek verdikten sonra yeni bir silah veya canı artıracak bir nesne beklerken, yalnızca karakterimin görüntüsünü değiştiren anlamsız bir pantolonla karşılaşmak oldukça hayal kırıklığıydı. İkinci olarak, hızlı seyahat noktaları arasındaki mesafenin biraz fazla olduğunu düşünüyorum. Biraz daha yakın olsalardı, bu büyük harita üzerinde dolaşmak ve sırları aramak daha eğlenceli olabilirdi. Üçüncü şikayetim ise oyunun hikayesinin sonlara doğru zayıflamaya başlaması. Örneğin, Ölümsüzler’den biri hakkında hiçbir bilgi alamıyoruz. Sargon’un hikayesine dair birkaç önemli ipucu verilse de bunların hiçbirinin bir sonuca ulaşmadığını görüyoruz. En son yüzleşme ise oldukça zayıf kalıyor. (“Bunu açıklamayı sana bırakıyorum” ne demek?!)

Bütün bunlara rağmen, The Lost Crown, şimdiye dek oynadığım en iyi metroidvanialardan biri olma özelliğini koruyor. 30 saatlik bir oyun için uzun bir süre gibi gözükse de, bu süreçte hiç sıkılmadım; her anından büyük bir keyif aldım. Açıkçası, hâlâ 3D bir PoP oyunu görmek istiyorum. Fakat The Lost Crown gibi benzer oyunların devamını da dört gözle bekliyorum artık.

Bir fotoğraf çekebilir miyiz?Yapımcılar, The Lost Crown ile türe çok basit ama inanılmaz bir yenilik getirdi: fotoğraf çekme imkanı. Oyun esnasında, ilgili tuşa bastığınızda otomatik olarak ekran görüntüsü alınıyor ve haritanın ilgili noktasına anında yapıştırılıyor. Bu, haritanın belirli bir yerinde neler olduğunu hatırlamamız ve neden geçemediğimizi anımsamamız için oldukça kullanışlı. Artık önceden gitmediğimiz yerleri hatırlamak ve işaretleme yapmak zorunda kalmıyoruz. Çok basit ama işlevsel bir özellik; diğer oyunlarda da bunu görmek isteriz…

İlgili Gönderiler

Exit mobile version