Teknoloji ilerledikçe, nostalji duygusu da bir o kadar güçleniyor. İşte tam bu noktada, 1989 yılında tanıtılan Prince of Persia oyunuyla başlayan bir serüven var. Anlaşılan o ki, 2024’te çıkan Prince of Persia: Lost Crown ile birlikte maceramız daha da derinleşecek! Bakalım geçmişten günümüze bu Prens ile yaptığımız yolculukta neler olmuş, bir hatırlayalım.
Prince of Persia (1989) ile başlıyoruz. O zamanlar televizyon ekranlarımızın başında oturup, oyun oynamak için sabırsızlandığımız günleri hatırlıyor musunuz? Hain Cafer’in sultanlığın tahtını ele geçirip prense de sadece 60 dakika vermesi beni hep endişelendirirdi. “Ya vurulursa, ya tutuklanırsa, ya da düşerse!” gibi aklımızda kurgular dönüp duruyordu. Hatta beni bir saat boyunca oynatmak için annem eve bir saatlik fırında tavuk pişirirdi. “Vaktim doldu, dur, dur!” diye fısıldarken; Eşref Ziya’nın yüreklendirmeleriyle zamanla başa çıkıyordum. Rotoskop tekniğiyle yapılması, o dönemdeki teknolojik başarıyı da gözler önüne seriyordu.
Prince of Persia 2: The Shadow and the Flame (1993) ile devam ediyoruz. Bu oyunda ise Cafer, uzun bir bekleyişin ardından Prens’in kılığına giriyor. Tam da prensesle evleneceği günü seçmesi, onun kurnazlığını sergiliyordu. Bu noktada Prens’in düşüşü gerçekten komikti. Çatılarda yapmadığı trick yoktu ama dilenci kılığına girmesi beni gülümsetiyordu. Bir dilencinin kafasındaki macera hikayesini düşünmek bile beni güldürüyordu!
Prince of Persia 3D (1999) çıkarken tam bir kargaşa yaşandı. O yıllardaki birçok oyun gibi “3D” treniyle yola çıkmışken, sonrasında kaybolup gitti. Tuvaletten çıkarken 3D’nin sarılmasını, yakın arkadaşlarım arasında Duel Masters oyununu tartışırken hissetmek beni ciddiye almak yerine kahkahalara boğuyordu. O kontrol mekanizması… Aaaa, nasıl da absürt! Ama yine de oyun tarihinin önemli bir parçası bu.
Prince of Persia: The Sands of Time (2003) ile serinin yeni bir çağı açıldı. Yemek masasında oturan arkadaşlarımla, “Zamanın kumlarıyla başa çıkabiliyor muyuz?” diye tartıştığımız akşam yemeklerini hatırlıyorum. Çünkü artık Prens, işin içine zamanla girmişti! Prens, Farah ile olan ilişkisinde gerçekten çok komik anlar yaşadı. Farah’ın kahkahaları beni kahkaha atmadan bırakmadı, hele “Zamanı durdurma” sahneleri için pratik yapmam gerektiğini düşündüm. En sonunda meğerse Jordan’ı yeniden ekibe dahil etmekle büyük bir hamle yapılmış!
Prince of Persia: Warrior Within (2004) ise tam anlamıyla kasvetli bir hava estiriyordu. Bir metal müzik eşliğinde korkunç düşmanlarla savaşmak, o dönemde gücümüze güç katıyordu. Ama öyle ki, geleceği yaşamak oldukça zorlayıcıydı. “O ne? Dahaka!” dediğim an, ekrandaki yaratığın yüzüme bakışı beni pek de kesmiyordu, ama eğleniyordum! O zamanlar, oyunların kalitesi dışında, dansıma kıyasla asla yeteneksiz olduğumu düşünüp gülmüştüm.
Prince of Persia: The Two Thrones (2005) hikayesi tüm bu olayların üzerine bir tuğla daha ekledi. “Evet, sonunda Prens zarafeti sağlıyor!” demiştim, ta ki Vezir ortaya çıkana kadar. Belki de bazen geçmişimizle yüzleşmek zorundayız, di mi? Şimdi Farah ile yeniden tanışacak mıyız? Gülsem mi ağlayıp mı kalmalıyım?
Prince of Persia (2008) ile özgünlük arayışının peşinde koşmaya devam ettik. Ama önceki oyunlardan farklı olarak, Elika’nın büyülü güçleri bu sefer işin içine girdi. Yoldaki engellere karşı bu süper güç efsane gibiydi! Yine de elde ettiğim fazla başarıdan dolayı, sıradaki yola çıktığımız her seferde gülümsememek elde değildi! Fakat öyle sıradan ki, “Düşmanımın düşmanı dostumdur” felsefesinden başka bir şeyla karşılaşmadım. Ubisoft’un kendini tekrarlaması (biraz da ruhumda) beni düşündürdü.
Prince of Persia: The Forgotten Sands (2010) ise tam anlamıyla bir makas atma niteliğindeydi. O kadar özlemle bekledik ki, sonuç nihayet karşıma çıktığında kahkahalarımın ardında zehirli bir hüzün barındırıyordu. Jake Gyllenhaal’ı unutmak mümkün mü? Oyun filmle harmanlanınca, her şey ilginç hale gelmişti. Ancak, o ambiyanstan sonra olanlar pek de iç açıcı olmadı, değil mi?
Sonuç olarak, Prince of Persia serisi, bizi hem eğlendirmiş hem de düşündürmelerden kurtarmıştır. Belki bazıları kötü günlerde bizi güldürdü, bazıları hüzünlendirmeyi başardı. Ama hiçbiri asla unutulmayacak!