Babası Tyrell’in sözleriyle, “Parlak yanan alev çabuk söner” diyerek hem Roy Batty’yi hem de öfkesini anlatmak, aslında çok da kolay bir iş değil; hem de caiz de. Duyguların çırpınışı, bir öfkenin daniskasıyla, şunu belirtmek gerekir ki, Batty tek boyutlu bir karakter değil, ama öfkesi ve nedenleriyle elbette gözümüzün önünde canlanan bir resim çiziyor. Hem fiziksel kabiliyeti hem de zihinsel derinliği ile karşımıza çıkan Batty, kendi dünyasında yapabileceklerinin bir son kullanma tarihiyle sınırlanmış olmasına karşı büyük bir isyan yaşıyor. Bu, ona bir hayvan gibi muamele edilmesine sebep olan yapay bir zihin dizaynının sonucudur. Yani, altında yatan potansiyelin koskoca bir dev gibi büyüklüğü, bir imalathanede kesin bir karara bağlanmış durumda. “Yapay zekâ bilinç kazanır mı, insan gibi duygulara sahip olur mu?” sorusunun korkunç yanıtı da böylelikle Blade Runner evreninde Replicant’larla yanıt buluyor.
Elbette ki, insanlık olarak her şeyi ürünleştirip her zaman daha kaliteli bir versiyonunu yaratmaya çalıştıkça, bir gün kendi imalatımız olanReplicant’ları mükemmelleştireceğimiz aslında bekleniyordu. Ama burada dikkat çekilmesi gereken bir şey var: Yaşanmışlıklar, gelecekteki olası limitlemelerin bir nevi garantisi. Nexus 6 jenerasyonunun bir android’i olan Batty, o kadar kısa bir ömre mahkûm ki, ne kadar yetenekli olsa da toprağını kazdığınızda bir çiçek açması mümkün değil. Yani, Roy Batty bu çarpık düzende, halkın belki de en alt tabakasını temsil ediyor. Onun maruz kaldığı muamele, feodal çağın köylülerinin inandıkları vaizlerin gözlerinde gördüğü cennetten çok daha acı verici. Zira elit sınıf, kendisi için kısıtlı yaşam süresi belirlemişken Batty’den, bu sürenin tadını çıkarmasını bekliyor. Tyrell’in ona “Şükret” demesi ise adeta bir ironi.
Blade Runner’ın en teatral sahnelerinden birinde, Rutger Hauer’in Roy Batty senfonisi, antik çağların baykuşu görevinin altına imzasını koyarcasına karşımıza çıkar. Daha fazla yaşam arayışındaki umudu tekrar tekrar kırılan Batty’nin yaşadığı o sakin öfke patlaması, onu Tanrının karşısındaki bir avcıya dönüştürüyor. Tyrell’i öptükten sonra gözlerini oyup öldürmesi gerçekten de çok manidar. Çünkü işte burada gözlerin parlaklığı, bir kişinin “sahte” olmasını çarpıcı biçimde ortaya koyar. Yani kısaca, canlılığa ait olan her şeyin parlaması gerektiği gibi görünse de bir yandan da Batty’nin bu cinayeti, onun insanlığını çalmak anlamına geliyor. Bir yandan baykuşu çevirmesiyle birlikte sahteliğin ifşası arasında, sırf birkaç dakika daha yaşamış olan bir birey olarak Roy, aslında daha büyük bir gerçekliğin peşinde koşuyordu.
Tabii Batty’nin kuşlara olan ilgisi burada sona ermiyor! Bir ekiple gerçekleştirdiği o çaresiz hayatta kalma savaşı esnasında, kaderin acımasızlığını tecrübe ediyor. Hayat soygununda, son ölen kişi olarak üzerindeki yas kıyafetlerini çıkarıp, aslında tuzaklara düşmüş bir yabancı olarak yapılanmayı kabul ediyor. Onun için tüm bu yaşananlar, bir yas ritüeli haline geliyor. Sevgilisinin kanını biraz hıçkırarak dudaklarına sürmesi; bir zamanlar gördüğümüz psikopat kimliğinden sıyrılıp gerçek bir hedefe dönüşüveriyor. Arayışı, aslında bir bencillikten çok haklı bir isyan olarak görünmeye başlıyor göze. Belki bir şeyler elde edemiyor ama bu, onun çabasız olduğu anlamına gelmiyor. Hatta, Deckard’ı avlaması için attığı her adımda, güçlü bir avcı gibi düşüncemize, tam hedefine ulaştığının sinyallerini gösteriyor.
Çatıdaki son anlarında, hem Deckard’ı, hem de avcılıkta bir başarı simgesi olarak güvercini, özgür bırakmasıyla büyük bir yankı uyandırıyor. Varlığı, sinema tarihine damga vuracak kadar derin, unutulmaz bir veda ile aramızdan ayrılıyor. Zira gerçek bir insanın kaldırmakta zorlanacağı yüklerle karşılaşan Batty’nin, karşısına alan Deckard ile birlikte, bize sunmuş olduğu o unutulmaz sahne sinema tarihinin en mükemmel sahnelerinden birine dönüşüyor.
42 Kelime Roy Batty’nin akıllara kazınmasını sağlayan şey, elbette ki ölmeden önceki monoloğu. Bu monoloğun etkileyici oluşunun altında yatan sebep ise karakteri canlandıran Rutger Hauer’ın muhteşem oyunculuğu. Fakat Hauer, yalnızca oyunculuk becerisi ile kalmıyor; senaryodaki uzun monologu kesip, onu daha kısa ama daha etkili bir biçimde yorumlayarak, mükemmel bir sahne yaratıyor. Özellikle “Yağmurdaki gözyaşları gibi” ifadesini de kendi şekilde eklemesi, bilim kurgu dünyasının önemli bir tiradının doğmasını sağlıyor. |