Cyberpunk temalı çoğu filmde, görsel zenginlik sağlamak ve sanat ekibinin oluşturduğu detayların katkısını artırmak amacıyla felsefi, dini veya teknolojinin karanlık yönlerini sorgulayan unsurlar senaryoya dahil edilir. Ortamın değişkenliği ne olursa olsun, film boyunca karakterin yaşadığı maceralar ve geçirdiği dönüşüm, eserin merkezini oluşturur. Oyun dünyasında da benzer bir durum söz konusudur; kendi yarattığınız bir karakterle oynarken, o evrende dikkatinizi çekecek bir hikaye, amaç ya da yan karakterler ile yönlendirilirsiniz ki, bu da oynama süresince arka planda itici bir güç oluşturur. Ancak, bu temel unsurlar ne yazık ki The Ascent’te eksik kalıyor, ama yine de oyun harika bazı özelliklere sahip.
Neon, daha çok neon! The Ascent, bugüne kadar bir video oyununda deneyimlediğim en etkileyici Cyberpunk atmosferini sunuyor. Cyberpunk 2077 gibi diğer yapımlarla kıyasladığınızda, izometrik bakış açısına rağmen sunduğu detaylı ve kaliteli grafiklerle ilk andan itibaren “N’oluyor olum nereye geldik?” hissini yaşatıyor. İsveçli 11 kişilik ekip tarafından yaratılan bu zengin dünya, Ghost in the Shell ve ilk Blade Runner gibi önemli eserlerden yoğun bir şekilde etkilenmiş. Yolda yürürken kalabalık insanlara çarpmak, sıkışık sokaklar ve ara sokakların kirli havasından, üst katlardaki görkemli gazinolara kadar her bir detay özenle tasarlanmış. Kısacası, cyberpunk atmosferini en iyi hangi oyun yansıtıyor diye sorulursa, The Ascent yanıtım uzun bir süre için bu şekilde kalacak. Ancak, iyi bir Twin Stick Shooter arayışında olanlara aynı kesinliği sunamayacağım maalesef.
Özellikle The Ascent, Diablo’ya benzer bir yapıya sahip olsa da, loot çeşitliliği açısından yetersiz; daha çok RYO unsurlarının olduğu bir aksiyon oyununu andırıyor. Kendi yarattığımız karakterimiz, karmaşık ve birbirine karışmış şirketlerin hakimiyet sürdüğü bir şehirde, amacımız ya da kişiliğimiz olmadan verilen görevleri yerine getiriyoruz. Eşyalar da birbirine oldukça benzer, yalnızca birkaç silah gerçekten avantaj sağlıyor. Dolayısıyla, loot peşinde saatlerce düşman avlamak gibi bir tat elde edemiyoruz. Çatışmalar eğlenceli olsa da, tekrar eden düşman çeşitliliği ve sınırlı boss mücadeleleri nedeniyle bir süre sonra sıkılmaya başlıyoruz. Oysa görsel olarak sunulan çatışma görselleri o kadar etkileyici ki, bu güzellikleri yaşamak için daha ilgi çekici bir maceranın veya derinlikli bir loot sisteminin varlığı beklenirdi. Bu noktada, nasıl bu dengeyi sağlamışlar gerçekten merak ediyorum.
Yürümekten dizlerimin bağı çözüldü dersin ya… Oyunun bir diğer önemli eksikliği ise harita ve görev tasarımında karşımıza çıkıyor. Giriş katmanları ile aşağı ve yukarı katlara inip çıkarken, karmaşık bir harita yapılması gerekirdi. Yan görev işaretçilerine giderken üst ok tuşu ile yol bulma işlevi mevcut, ancak bu sadece görevi aldıktan sonra işliyor, bu da görev işaretçisine nasıl ulaşacağınız konusunda bir açıklama sağlamıyor. Bunun sonucu olarak, yavaş hareket eden karakterimizle (karakterimiz) bu işaretçileri bulma çabalarımız zamanla can sıkıcı hale geliyor. Haritanın genişlemesine rağmen düşman çeşitliliğinin az olması ve yeni bölgelere açılmasına rağmen yeni düşmanların ya da silahların karşımıza çıkmaması sıkıcılığı artırıyor. Kısa bir süre içerisinde bitirebileceğiniz bir oyunda bu derecede az düşman ve görev sunulması, kolaycılık hissi uyandırıyor. Sürekli “Bu şirket şunu yapmış, o şirket de bunu demiş” gibi detaylar, ya da yaptığımız her şeyin karşılığında uygun bir ödül bile almadığımız bir sistemle karşılaştığımızda, sadece görev makinası olmanın ötesine geçemiyoruz. Yani, geniş bir ortamda ilgi çekici bir yolculuk beklerken, kısıtlı bir deneyim yaşayarak sıradan düşmanları vuruyoruz. Acaba bu süreçten ne ölçüde keyif alıyoruz? Bu sorunun cevabı ise belirsizliğini koruyor.
CYBERPUNK’ın dibini sıyırmak Sonuç olarak, The Ascent’i bir oyun olarak değil, daha çok seçip etkileşime geçebileceğim bir Cyberpunk tema parkı olarak daha çok sevdim. Çevresel detaylara dalıp giderken, görev açıklamalarını okumaktan çok daha fazla zaman harcadım. Yani, küçük bir ekibin elinden çıktığına inanılması güç bir kaliteye sahip bu yapım, sunduğu atmosferin başarısını senaryo yazımı, oyuncuya sağlanan hedeflerin netliği, loot sistemindeki eksiklik ve RYO unsurlarının zenginliği ile destekleyebilseydi, gerçekten klasik bir oyun olabilirdi. Şu anki haliyle, sınırlı bir eğlence sunan, harika atmosferli ama derinliği kısıtlı, güzel paketlenmiş bir ürün olarak karşımıza çıkıyor. Bu kutuyu açtığınızda, leziz bir baklava beklerken, ucuz şeker şurubuna banılmış, içindeki cevizden yoksun ve çatala takıldığında dağılmaya yüz tutan bir ürünle karşılaşıyorsunuz ve bu durumdan pek memnun kalmıyorsunuz. Neyse ki Game Pass aracılığıyla deneyebilir, Steam’in yüksek fiyatından uzak durabilirsiniz. Ne tam bir looter ne de gerçek bir shooter; The Ascent, yer yer hatalar barındıran ama yine de görsel olarak etkileyici bir yapım. Sevseniz de, sevmeseniz de atsanız atılmaz türünden bir oyun.
İkinci Görüş – Erce |
The Ascent, görselleriyle adeta büyülüyor. İlk başta klavye + fare ile deneyip “bu ne be” dediğim deneyimimin ardından, gamepad ile bütünleşerek son derece eğlenceli zaman geçirdim. Üstelik yeni bir geliştiriciden beklenmeyecek derecede detaylı bir dünyaya sahip. Şehrin ara sokaklarından merkezine kadar her detay özenle hazırlanmış. Ne olmak istediğinize karar verdikten sonra, karmaşık sistemler arasında yolunuzu kolayca bulabiliyorsunuz. Seviye sınırının olmaması, tüm yetenekleri elde edebilmenizi sağlıyor, bu da sizi oyunun sonunda “her işi yapabilen” bir karakter haline getiriyor. Oyun, ivmelenmesi bakımından oldukça iyi tasarlanmış, zorluk sıçramaları ile karşılaşmıyorsunuz. Özel isimli silahlar doğru yerlerde karşınıza çıkıyor, heyecanlı anlar yaşatıyor. Doğru artırma ve taktiksel ekipman seçimi, zorlayıcı mücadelelerde büyük fayda sağlıyor. Bosslarda stratejik ekipman değişimi gerektiğinde, seviye atlamanın yeterli olmadığını anlıyorsunuz, bu da oyunun derinliğini artıran bir unsur. Ana görevleri bitirmek isterseniz, oyunun çoğunu kaçırmış oluyorsunuz; 28 yan görev, çeşitli deneyimler yaşamanızı sağlıyor ve The Ascent’in dünyasında derinlemesine keşfe çıkmanıza imkan tanıyor. Oyunun en güzel yanlarından biri ise, sonunda bir devam oyununun olabileceğini müjdelemesi. Eğer doğru iyileştirme ve geliştirmelerle bir Ascent 2 gelirse, büyük bir heyecanla karşılanacak bir dünya yaratabilir. |