Machine Games tarafından yeniden canlandırılan ve hem senaryosu hem de prodüksiyon kalitesiyle günümüz şartlarına uyum sağlamış olan Wolfenstein serisi, ikinci ana oyunu The New Colossus ile benim için bir anomali haline gelmişti. İlk oyunu büyük bir heyecanla oynadıktan sonra, ikinci oyunu bitirmem aylarımı aldı; bir türlü oyunun içine “gömülemedim.” Yapıma harcanan emeğe hayran kaldığım halde, maksimum bir saat kadar oynayıp çıkıyordum, sonra bir süre canım oynamak istemiyordu. Uzun yıllar oyun eleştirisi okumuş ve yazmış biri olarak, bir oyundan neden keyif alamadığımı anlayamamak, anlatamamak oldukça problemli bir durum. Bu, bir yerde yetersizlik hissi de getiriyor. Wolfenstein: Youngblood’ın çıkışı, bu konuda bazı taşların yerine oturmasını sağladığından, serimizin bu yeni yan hikâyesine daha olumlu bir gözle bakıyorum.
Youngblood Hakkında Bilinmesi Gerekenler
Öncelikle Youngblood ile ilgili en önemli noktaları sıralamak gerekiyor. Wolfenstein serisinin bir yan hikâyesi olan bu oyun, üçüncü oyunun hazırlığını yapıyor ve Machine Games ile Arkane Studios ortaklığında geliştirildi. Bu bağlamda, yeni şeyler denemeye de açık bir yapıya sahip. Ayrıca, oyunda Terror Billy olarak bilinen B.J. Blazkowicz’in kızları Zofia ve Jessie ile tanışıyoruz; bu iki karakterle birlikte co-op bir deneyim yaşıyoruz. Son olarak, oyuna The New Colossus gibi hikâyesiyle değil, oynanışıyla öne çıkan bir yapım gözüyle bakmak gerektiğini vurgulamak istiyorum; çünkü oyuna nasıl bir açıdan baktığınız, onu beğenip beğenmemenizde önemli bir rol oynayacak.
Dehşetli Ailenin, Dehşet Kızları
Hikâyeye değinecek olursak, Youngblood, The New Colossus’tan 19 yıl sonrasında, 1980 yılında geçiyor. B.J. Blazkowicz’in belalı kızları Soph ve Jes, annelerinin “yapmayın, etmeyin, daha küçüksünüz” uyarılarına rağmen, arkadaşları Abby’yi yanlarına alarak (ki önceki oyunda anneleri Grace’in emzirmesine şahit olduğumuz bebecik) babalarını bulmak için Nazi istilası altındaki Paris’e doğru yola çıkıyorlar. Oyunun ana görevi burada başlıyor; Paris’i demir yumrukla kontrol eden üç karargâhı basarak, babaları B.J.’in izini bulmaya çalışıyorlar. Temel hikâye işte bu kadar basit. Ancak The New Colossus’un aksine, oyunun büyük bir kısmını kapsayan bu üç karargâhı temizleme sürecinde pek fazla ara sahne görmüyoruz; hikâye ile ilgili detayları telsiz aracılığıyla öğreniyoruz. Oyun, yükleme süreleri haricinde neredeyse hiç durmuyor ve silahlarınız da sürekli ateş ediyor. O arada telsiz konuşmalarını dinleyebilirseniz, bir şeyler kapmaya çalışıyorsunuz. Hikâyenin anlamında pek başarılı olduğunu söylemek mümkün değil; en sonlara doğru bir hareketlenme oluyor ama bunlar, bir sonraki ana oyunun ipuçlarını vermekten başka bir şey başaramıyor. İkizler arasındaki diyaloglar, arka plan hikâyesini anlatma ve karakterleri sevdirme konusunda pek etkili olamıyor; çatışmanın gürültüsü altında kayboluyor. Senaryo, zaman zaman oynanışı bastırsa da, yeterince güçlü bir yapıya sahip değil. İkizlerin iyi kurgulanmış karakterler olduğunu anlayabilmek için oyunun yapısı buna pek müsaade etmiyor. Otomatik diyalogların daha fazla ara sahne ile desteklenmesi, hikâyeyi daha renkli hale getirebilirdi ama ne yazık ki bu yapılmamış.
Nazilere Kafadan Dalmak Artık Eski Moda
Bu durumun etkisiyle, Youngblood’ın “oynanış döngüsü” The New Colossus’a göre daha belirgin. Artık hem düşmanlarımızın hem de karakterlerimizin seviyeleri var; bu nedenle düşmanları kolayca kafadan vurmak pek mümkün değil. Seviye atladıkça, sabit bir kalıcı hasar bonusu kazanıyoruz ve düşmanlarımız da bizimle birlikte seviye atlıyor. Oyundaki haritalar hemen hemen hepsi baştan açık olsa da, bu durum kafadan dalmamızı engelliyor. Gerçekten fark yaratan, rol yapma oyunu (RYO) derinliğinde bir seviye sistemi olduğunu söylemek zor. Silahlarımızın seviyeleri ve bizim seviyemizle kazandıkları hasar bonusları da belirgin etkiler yaratmıyor; balistik hasar konusunda geliştiğinizi hissetmek için silah eklentilerine ağırlık vermeniz gerekiyor. Youngblood’daki silah eklentileri, bariz bir şekilde daha anlamlı ve çeşitli. Karakterlerimizin becerileri de taktiksel derinlik katmıyor; genellikle sağlık, cephane kapasitesi ve hasar artırma gibi basit özelliklere odaklanıyor. Ancak, oyunculara gizlilik kasma imkânı sunan görünmezlik becerisi, iki kişilik oynarken daha eğlenceli bir deneyim sağlıyor. Fakat bölümlerin tasarımı, gizlenmeye uygun değil. The New Colossus’ta gelen, koşarak düşmanlara omuz atma ve havadan yere düşürme becerileri burada da mevcut; ancak bu yeteneklerin kullanımı, benim için pek rahat veya faydalı olmadı.
Taş ve Kağıt, Makas Yok
Çatışmalarda sevdiğim bir yenilik, düşman sağlık barlarının, kendilerine daha fazla etki gösteren silahlarla ikiye ayrılmış olması. Bu yenilik, oyunun esas olarak eşli oynamaya yönelik tasarlanmış bir yapım olduğunu düşündüğünüzde daha bir anlam kazanıyor. Oyunu baştan sona beraber oynayacaksanız, arkadaşınızla düşman tiplerini paylaşabilirsiniz. Örneğin, biriniz çentikli sağlık barına sahip düşmanları indirmek için pompalı tüfek ve makineli tabanca kullanırken, diğeri düz tabanca ile sağlık barı küplerinden oluşanları temizleyebilir. Bu sayede, gerçek zamanlı taktik kasmadan, birbirinizi motive ederek kalabalıkları daha etkili bir şekilde indirebilirsiniz. Çok basit bir taş-kâğıt-makas mantığı ama “çılgın Nazi teknolojisi” ile gelecek oyunlarda becerilerle etkileşimli bir şekilde çeşitlendirilirse harika olur. The New Colossus ile yaşadığım sorunların, bu tarz yeniliklerin eksikliği olduğuna karar verdim; çünkü oynanış çok tatmin edici ama fazla düz. Oyun baştan sona co-op olarak tasarlanmış olmasının getirdiği avantajlardan bahsetmek gerekse de, çok da fazla avantaj sunmuyor; tek kişilik oynanması da mümkün. Neyse ki sistem oldukça pürüzsüz; arkadaşınızı davet edebiliyor ve bağlantısı koptuğunda yapay zeka ile devam edebiliyorsunuz. Bu noktada, yapay zeka partnerimizin bazen yanınızda olmasına rağmen sizi kaldırmamakta ısrar etmesi büyük bir sorun. Oyun, partnerinizin sizi kaldıramaması durumunda, maksimum üç tane biriktirebileceğiniz haklardan bir tanesini kaybettiğiniz bir sistem sunuyor. Ancak bu haklar bittiğinde, oyun sizi 15-20 dakika geriye atabiliyor. Bir keresinde tüm düşmanları temizleyip bölüm sonu boss’unu indirdikten sonra yere düştüm; Jess’in yanımda olmasına rağmen beni görmezden gelmesi sonucu öldüm ve tüm bölümü baştan oynamak zorunda kaldım.
Görsel ve Oynanış Tasarımı
Mekân tasarımlarını The New Colossus ile kıyasladığınızda, görünürde güzel ama düz olan bölümlerin aksine, Arkane Studios desteğiyle Youngblood’da daha çeşitli çevreler görüyoruz. Yarım oyun boyutuna rağmen, görsel anlamda bu yeni seride gördüğümüz en çeşitli yapım. Renk kullanımı daha başarılı ve çeşitli; çevre detayları oldukça zengin, bölümler geniş ve daha açık uçlu. Haritalarda keşfedilecek pek çok girinti ve kuytu alan var. Grafikler ve performans açısından da oldukça başarılı bir iş çıkartıldığından, oyun kendini sevdirmek adına önemli bir faktörü çözmüş oluyor.
Sonuç olarak, Youngblood’ın oynanış açısından The New Colossus’tan daha iyi ya da kötü olduğunu söylemek zor; farklı olduğunu söyleyebilirim. Ancak, gelecek oyunda burada atılan adımların devam ettirilmesi halinde çok daha iyi bir oynanış deneyimi ile karşılaşabileceğimizi düşünüyorum. Yine de Youngblood’ın kendi başına belirgin bir gelişmişliği yok. Hikâye için bile olsa, durmaksızın yan görevleriyle birlikte 15-16 saatlik bir oynanış sunuyor. Deluxe sürümünü satın aldıysanız, Buddypass sistemi ile oyunun ücretsiz deneme sürümünü indirmiş bir arkadaşınızı baştan sona oynamaya davet edebiliyorsunuz. Oyunun fiyatı ve sunduğu içerik düşünüldüğünde, fena bir paket olmadığını kabul etmek gerek. Yaz boşluğunda kafa dağıtmak için bir şeyler arıyorsanız, bu oyunu alabilirsiniz. Ancak, The New Colossus’un sunduğu düzeyde bir senaryo ve anlatım arayışındaysanız, Youngblood’ı pas geçmeniz daha iyi olacaktır.