Patty Jenkins’in yönetmenliğini üstlendiği ilk Wonder Woman filmi, Prenses Diana’nın sinemadaki serüvenini ve Birinci Dünya Savaşı dönemine dair yaşananları oldukça başarılı bir şekilde aktarmıştı. Aradan geçen süre zarfında hem gerçek dünyamızda hem de kurguda Diana, 1980’lere geri döndü. İlk filmin hikayesi beni tatmin etmişti çünkü mitolojik unsurlar belirgin bir şekilde işlenmişti. Ancak 1984’te karşımıza çıkan bu yeni film, maalesef ki hem belirsizliklerle dolu hem de klişelerle dolup taşan bir hikaye sunuyor. Şimdi, bu filmi biraz daha derinlemesine inceleyelim ve neler yaşandığına göz atalım.
80’lerin Atmosferinde Kaybolmak
Filmden önce, Amazon kültürüne dair yeni sahneler izlemek için sabırsızlanıyordum. Özellikle Amazon Olimpiyatları sahneleri beni oldukça heyecanlandırmıştı. Fakat vizyona girince anladım ki, bu beklentim büyük ölçüde boşa çıkmış. Filmin başında gördüğümüz bu Olimpiyatlar, aslında klişe bir anlatımın kapılarını açmaktan başka bir işe yaramıyor. Yani, daha fazla klişelik katmakta oldukça başarılılar!
Tabi ki 1980’lerin atmosferi, filmin en güzel yanlarından biri. Diana, Washington’da bir müzede çalışırken, süper kahramanlık görevine gizlice devam ediyor. Çalıştığı müzeye gelen Barbara Minerva ise tam Diana’nın zıttı bir karakter. Bu durum, Barbara’nın Diana’nın güçlü duruşunu kıskanmasına neden oluyor ve olayların gelişimine zemin hazırlıyor. Burada bir parantez açmalıyım; 80’ler modası ve kültürü, filme gerçekten çok şey katmış. Diana’nın müzedeki hayatı, biraz ‘gizli süper kahraman’ ama aynı zamanda ‘tüm gün işte çalışıp akşam süper kahramanlık yapan’ bir durum. Yani, Diana da bizler gibi sabah sekiz akşam beş çalışıyor!
Dilek Taşı ve Hayat Dersleri
Şimdi gelelim filmdeki en büyük absürtlüklerden birine; Dilek Taşı! Duyduğunuz gibi değil, bu taş tam bir klişe makinesi! Filmin başında bir dilek tutma meselesi var ve her şey bunun etrafında dönüyor. Normal şartlar altında “tüm dilekleri yerine getiren bir taş” fikri oldukça ilginç hikayelere yol açabilirmiş. Hatta, bu konuyla ilgili Rick & Morty’de bir bölüm vardı; orada bir şeytan karakteri sihirli eşyalar satıyordu. Ancak burada o kadar sıradan dilekler var ki, izlerken aklınızda sadece “Bunlar mı?” sorusu dolanıyor. Gerçekten, Dilek Taşı’nın gücüyle gelen her şey, sadece birkaç sahne için yaratılmış gibi görünüyor.
İşte tam bu noktada, Diana ve Barbara’nın yaşamları, dileklerin nasıl bir bedeli olduğunu gösteriyor. Cheetah karakterinin ortaya çıkmasına neden olan bu dilekler, aslında çok da derin bir hikaye sunmuyor. Filmin asıl kötü karakteri olan Maxwell Lord, Pedro Pascal tarafından canlandırılıyor ve tam bir klişe kötü adam profili çiziyor. Yani, her şeyin bir bedeli var ama bu bedel, çok da derin bir anlama sahip değil. Steve Trevor’ın geri dönmesi ise, bir başka klişe döngüsü. Hani, “Ölüm bile seni durduramaz” teması burada da işleniyor ve bir anda 80’lerin ortasına düşüyoruz. Steve’in 80’leri keşfetmesi, izleyicilere bazı eğlenceli anlar sunuyor ama yine de, bu durum filmin genel derinliğini pek artırmıyor.
Heyecanı Arttıran Düşük Beklentiler
Hikaye ilerledikçe, Cheetah ile Wonder Woman arasındaki büyük dövüşe yaklaştığımızı hissediyoruz. Ama spoiler vermek istemiyorum, bu dövüş tam anlamıyla hayal kırıklığı! Beklentilerim yükseldi ve sonunda sadece bir ara sahneyle karşılaştım. Tüm bu bekleyişin ardından, yine hayat dersleri ve klişelerle dolu bir finale ulaşıyoruz. Patty Jenkins, herhalde kişisel gelişim için ek bir ücret talep etmekten de çekinmiyor!
Filmin sonunda, “Biz olduğumuz halimizle harikayız, acılarımız bizi güçlü yapar.” gibi özlü sözlerle karşılaşıyoruz. İyi ki, 80’lerin ortasında geçen bu olaylar sırasında, bir gün 4 Temmuz’da kış geldiğini öğrendik. Hani, biraz mantık hatası var ama kimse buna dikkat etmesin. Diana’nın sahnedeki duruşu ise, başka bir sahneye referans veriyor ama yine de, bol bol hayat dersi almadan çıkamıyoruz!
Jenerik Sonrası Sürpriz
Şimdi gelelim jenerik sonrası sahneye. Burada, Asteria’nın zırhına dair bir hikaye var. Asteria, tüm Amazonlar tarafından ölü kabul ediliyor ama gizli süper kahramanlık işleri yapmaya devam ediyor. Jenerik sonrası sahnede Asteria’yı canlandıran aktris, Lynda Carter! Yani 1970’lerde Wonder Woman’ı canlandıran efsanevi isim. Sahne bittiğinde kameraya göz kırpması, epey duygusal bir an oluyor. Wonder Woman 3’te daha büyük bir rol almasını umuyorum ama umarım bu filmde klişelerden uzak dururlar. Patty Jenkins ve ekibine önerim, Cengiz Üstün’ün “Anti Klişe Timi” ile bir randevu talep etmeleri. Yani, klişelerden sıyrılmak için biraz yardım almakta fayda var!