Yukarı Çık
Bildirimler
Şu anda, yeni bir bildirim mevcut değil!

Yeni bildirim olduğu zaman tam olarak burada karşına çıkacak.

18 dakika okunma süresi

37

Wuchang’ın Destanı: Delilik ve Cesaret

Wuchang'ın Destanı: Delilik ve Cesaret, cesaretin ve aklın sınırlarını zorlayan bir hikaye. Bu destanı keşfedin!

admin

2 ay önce

Wuchang’ın Destanı: Delilik ve Cesaret

Dikkat etmelisin, Michelle!

“Gerçek hayat kurmaca öykülere benzemez; biraz buruk, biraz hüzünlü değildir; delilik gibi, düşler gibi saçmalıkla, tuzaklarla, karmaşayla doludur.” – Aslı Erdoğan (Mucizevi Mandarin)

Dikkat etmelisin, Michelle!

Gözlerimi açtığımda, sanki ölümden dönmüş gibiydim ya da belki de yeni doğmuştum, bunu tam olarak bilemiyorum. Göz kapaklarımı ilk kez açıyormuşum gibi hissediyordum, ellerimi ilk kez görüyormuşum gibi. “Herhalde bebekler de böyle hissediyor olmalı,” diye düşündüm. Tanımadığım yüksek bir tavan var. Gözlerim daha fazla ışığa alışınca, buranın bir mağara olduğunu anlayabildim. Burada ne işim var? Sanki bir gemideymişim gibi hissediyorum. Dalgalar, ışıklar, karanlık… Ve sonra daha çok karanlık. Adım Wuchang’dı. Sanırım… O kadar yabancı geliyor ki kulağıma bu isim. Ve sol kolumda bazı şeyler var. Kuştüyleri! Lanet olasıca hastalık bana da mı bulaşmış? Ama bu nasıl olur? Ben iyiydim. Her şey çok anlamsız. Sanki rüyamda birisi vardı; yüzünü göremedim. Elinde, çocukları oyalamak için yapılan kağıttan rüzgar güllerinden vardı. Onu sanki bana verdi, bir de kılıç. Benim olmayan bir kılıç. Her neyse, harekete geçmeliyim. Ve şu kuştüyleri… Kolum kaşınıyor. Onları yolsam ne olur ki? Geri mi çıkarlar? Bir tabip bulmam lazım. Ve iyi olmam. Delirmemem lazım…

Dikkat etmelisin, Michelle!

Büyük Çin’de büyük bela

Ming Hanedanı’nın son yıllarında olduğumuzu hatırladım. Karşıma çıkan tapınaktaki hekim, beni bulup yaralarımı sardığını söyledi ama oraya nasıl gelmişim o da bilmiyormuş. Beni başka bir tapınağa yönlendirdi kolum için. Belki çaresini bulurmuşum, öyle dedi. Pek sanmıyorum. Bu Feathering hastalığı veya laneti, her neyse, kişinin zihnini ve bedenini yavaş yavaş kemirip yok ediyor. Benden daha kötü olanları gördüm. Saldırdıkları için onları öldürmek zorunda bile kaldım. Hepsi, tıpkı Hanedan gibi, kırılıp dağılıyor. Parçalanmış, yozlaşmış, çürümüş şeylerin rayihası, havayı uğursuz bir bulut gibi kaplayıp soluyanı zehirliyor. Ölüm yalnızca bu garabet tiplerden gelmiyor. Batan geminin mallarına çökmeye çalışan ipsiz sapsız talancılar, yağmacılar ve aklını hafiften yitirmiş bedbaht yolcular da kılıcımın tadına bakıyorlar birer birer.

Büyük Çin’de büyük bela

Sadece onlar da değil. Artık canavarlaşmış, hangi Cehennem deliğinden çıkıp geldiği anlaşılmayan canavarlar, gulyabaniler ve iblisler de çıkıyor karşıma ilerledikçe. Ve birden bu zalim pençelerden birisi karnımı yarıyor. Yere dökülen bağırsaklarımı toplamaya çalışırken, ikinci darbe de gecikmeden boğazıma geliyor. Bu daha çok acıtıyor. İçime giren sivri dişlerin acımasızlığı, kini ve deliliği damarlarımdaki kanı zehirliyor. İçime zerk olan kötülük, başımı döndürüyor; kolumdaki kuş tüyleri parlıyor. Bu tattığım zevk mi? Ölümün zevki. Ve yaşamın. Kolum kendi başına hareket edip yaratığın kellesini insanüstü bir güçle uçurup sıcak kanını kanımla karıştırıyor. Ama çok geç. Burada öleceğim. Dünya kızıla çalıyor. Sonbaharda aheste aheste yere düşen yapraklar gibi kan damlalarım toprağı suluyor. Ölüyorum. Sonra yine o his; bir baş ağrısı gibi zihnime yayılan vızıltı yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor ve tuhaf bir kuşun ötüşüyle uyanıyorum. Gözlerim güneşe alışınca, anlıyorum ki en son dua ettiğim tapınaktayım. Canlıyım ve bu, nedense beni hiç şaşırtmıyor. Kuş tüyleri biraz daha mı uzamış ne? Bir de derinlerden bir ses duyuyorum. Adımı çağırıyor. “Wuchang.” “Wuchang.” “WUCHANG!!!” Hemen kalkıyorum olduğum yerde. Yine aynı yolları izleyerek geçen sefer bana tuzak kuran yaratığı sinek gibi avlıyorum bu sefer. Bunun yaşattığı tatmin, bembeyaz tenimde kırmızı bir gül gibi duran dudaklarımın seğirip rahatsız edici olduğunu düşündüğüm delice bir gülüş olup çıkıyor. İçimden geçen binlerce ses, o tek sesi bastırmıyor artık. Zaten yine ölüyorum. Bu sefer bir kaya tüm kemiklerimi kırıp kafatasımı eziyor. Beynim, çığlık bile atamadan çocukken annemin yazları yapıp sakladığı marmelat gibi ortaya saçılıyor. Küçük evimizin verandasına marmelat kavanozunu dökmüştüm. Annem çok kızmıştı ama yine de o taze vişne kokusuna dayanamayıp parmağımla yerden biraz alıp tadına bakmıştım. Nefisti! Sanırım beynimi kemiren kargalar bu ziyafet için aynı sözü kullanırdı. Nefis!

Büyük Çin’de büyük bela

Yanına bir tüy dökücü krem falan alsaydın kızım

Yiğit kadın kahraman Wuchang’ın ulaşabildiğim kendi yazdığı anıları burada bitse de, yolculuğumda defalarca karşılaştığımız için onun kabuslara veya masallara denk anılarını bolca yazma şansım oldu. Bu yiğit ve kendinden emin kadının gözlerinde zaman zaman kızıl bir parıltı olurdu. Sorduğumda bana dedi ki; “O, içimden kaçmaya çalışan deliliğimdir.” Onu anlamamıştım. Sonra kendi gözlerimle gördüm bunu ve yine de inanamadım. Kendisinin de anlattığı üzere Wuchang, çok defalarca ölüyor ama bir çeşit lanet gibi her seferinde yeniden doğuyordu. Her ölüşünde geride mavi bir enerji küresi kalıyordu ki sanırım bu, onun öldürdüğü düşmanların geriye kalan heyulasıydı. Gözlerindeki parıltının iyice kızıl olduğu bir gün bu mavi ruh öbeğine yaklaştı ve bir de ne göreyim! Oradan tıpkı Wuchang gibi dövüşen, onun silahlarını kuşanmış, onun fiziğinde başka bir kadın belirdi. Kadın amansızca Wuchang’a saldırdı; araya giren iblis insan ne varsa onlara da saldırıyordu. Ama Wuchang ustaca sıyrılarak ona darbe üstüne darbe vurdu ve bu zalim ruhu alt etti. Ona yaklaşıp yaralarını gidermesi için içtiği iksir bittikten sonra sordum. “O neydi?” “O bendim, benim gölgem. Benim deliliğim. Benim ruhumun derinlerindeki karanlık.” Demek ki Feathering laneti, sadece Wuchang’ın bedenini değil ruhunu da kirletip gözünü kan bürümüş bir iblisi dünyaya salabiliyordu. Deliliğini kontrol edebilmeliydi. Bunun yolunu da çok geçmeden uğradığımız Whu Tapınağı’nda bulduk. Bize yol gösteren Taoist’in rehberliği işe yaramıştı. Ama belli ki yolumuz çok çetindi. Bir süreliğine ayrıldık ama sonraki buluşmamızın çok uzakta olmadığını hissediyordum.

Yanına bir tüy dökücü krem falan alsaydın kızım

Pusatı altından olanın zihni huzurdan ırak olur

Ömrüm boyunca böyle bir şey görmemiştim. Orada, avlunun ortasında sanki bir dans gösterisi vardı. Wuchang, yeni kuşandığı çift hançerle, düşmanlarını biçerken, onların darbelerini hem kılıçlarıyla sektiriyor hem de afallayan rakibine derin bir yara daha açıyordu. Hani bazen bir rüya görürsünüz ve çok gerçekçidir; rüyada dans eden bu güzel kız, tüm zarafeti, tüm şehveti ve tüm kadınsılığıyla bir ölüm meleğine dönüşmüştü. O rakiplerinin arasında böyle ahenkle savrulurken üstü başı kan oluyor; o kar gibi beyaz yüzüne sıçrayan kanlar, kışın kara düşen nar tanelerini andırıyordu. Hasımları yerde birer kan gölünde yatarken ona böyle dövüşmeyi nasıl öğrendiğini sordum. Dedi ki; “Yolda bulduğum yeni silahlar ve şu lanetli sol koluma sapladığım akupunktur iğneleri sayesinde.” Ayrıca her silah, onun zihninde yeni bir yol demekmiş; düşmanlarının dökülen kanlarıyla o yolda ilerleyip gücünü, dayanıklılığını, çevikliğini ve yenice kazanmaya başladığı büyü becerilerini geliştirebiliyormuş. Her ölüşünde rüyasında gördüğü yeni hareketler varmış ve o silahın yolunda ilerledikçe bunlar da yeni özellikler kazanıyormuş. Tüm bu dedikleri deli saçması gibi görünebilir ama onu her görüşümde değişen dövüş stili ve kullandığı acayip silahlar, tüm o ölümlerin bir faydası olduğuna beni de inandırmıştı. Kim bilir ne hazineler buluyordu yolculuklarında. Bazen seramikten tabanı üstüne kırmızı kaplan oyulmuş bir muskayla görürdüm onu. Zamanla aynı anda üç muska takmaya başladı; onların hepsi ayrı ayrı güçlüymüş ve tılsımları onu bazen korurken, bazısı da gücüne güç katıyormuş. Wuchang’i tanıdığım süreçte yalnızca beş silahı kullandığını gördüm. İlk başladığı uzun ve düşmanı ikiye bölmeye muktedir büyükçe kılıç, ağır mı ağır bir balta, eline çok yakışan ve akrobatik hareketleri rahatça yapabildiği kısa kılıç, tüm ağırlığına rağmen estetik bir şekilde dövüşebildiği mızraklar ve benim ona en çok yakıştığını düşündüğüm ışıldayan çift hançerler. Hepsi bu ölüm ve yaşam döngüsüne sıkışmış hüzünlü hikâyesinde onun en yakın dostlarıydı.

Pusatı altından olanın zihni huzurdan ırak olur

Bazı geceler kampta o uyurken nöbet tutardım. Ateşin çıtırtıları dışında ses olmayan bazı görece huzurlu gecelerde Wuchang uyur, rüyasında sayıklardı. Bu sayıklamalarından anladığım kadarıyla bir kız kardeşi vardı ve onu arıyordu bu yiğit savaşçı. Yine de kulağıma ulaşan bazı fısıltılar, onun aslında asil bir ailesi olduğunu, ailenin ölü doğmuş bir bebeği olduğunu ve daha da kötüsü onu diri… Hayır! Bu kadarı da kafirlik! Wuchang’i asla böyle sapkınlıklarla aynı kefeye koyamam. O karanlığı alt edip, Ming Hanedanı’nın küllerinden yeni bir düzenin doğmasını sağlayacak. O… O… O yeni imparatoriçe bile olabilir. Uyuyan yüzü yanından hiç ayırmadığı kılıcından yansıyor. Mehtabın şavkıyla ışıldayan uyuyan çelikse o yüze keskin bir çizik atıyor. Doğa tam da bu anlarda o kadar güzel ki, sanki her gün şeytanlar ve haramilerce kirletilmiyormuş gibi. Sanki her şey, geçen gün gördüğümüz beyaz çiçeklerle örtülü o muhteşem çayır gibi pak ve temizmiş gibi. Ama gün ağırınca, yıkık kaleler, salgının zehriyle bozulmuş insanlar, içine girdikçe kuytularından iğrenç kötülükler çıkan ormanlar karşılayacak bizi. Ama Wuchang kazanmalı. Onun güzelliği ve kararlılığı tüm bu şerri alt edebilir. En azından ben buna inanıyorum, değerli okuyucu.

Pusatı altından olanın zihni huzurdan ırak olur

Savaş tekerrürden ibarettir

Wuchang inatçı bir kadın. Bazı düşmanlar diğerlerinden daha büyük, daha korkunç ve daha kurnazlar. Alt edilmeleri, dakikalar süren zorlu savaşlar sayesinde oluyor ve öncesinde hep bir hazırlık gerektiriyordu. Bu kabuslardan fırlamış mahlukatları ya da delirmiş insanları tarif etmeye kalksam, sayfalar süreceği ve nihayetinde kendimden önceki efsaneleri tekrar edeceğim için detaylarına çok girmiyorum. Zaten burada önemli olan, gözlerimin önünde kendi efsanesi yazan Wuchang’ın yolculuğu değil mi? O kudretli varlıklar, kaç kez tam ölecekken sürpriz bir hamleyle bu genç kadını ezip parçalara ayırdı, sayamadım bile. Onun cesedini alıp dipsiz uçurumlara, asitli göletlere veya sarp kayalıklara fırlattılar. Her seferinde Wuchang döndü. Yerden yere vurulmaya aldırmadı. Bedeni jilet gibi tırnaklar, menfur büyüler ve amansız silahlarca defalarca deşildi, ezildi, bozuldu ve kirletildi. Bazı seferler göz yaşlarımı tutamadım, bazense gözlerimi kırpamadım dövüşün heyecanından. Kimi zamanlar öttürdüğü bir düdük sayesinde yardımına koşan yiğit savaşçılar da oldu ve sonra kendi yollarına gittiler. Yol, sanki herkesi aynı yere yönlendiriyormuşçasına, bu savaşçılarla ve başka kader yolcularıyla sonradan da karşılaştık. Hepsi de bu kabustan uyanmaya çalışıyordu sanki ve bazıları unutmaya meyilliydi. Feathering hastalığı, kişiyi kendisi olduğunu unutturup onu akılsız bir mahlukata çevirene kadar tüketirdi. Ama mucizevi bir şekilde Wuchang, bu hastalığı hem kontrol altında tutup hem de onun sayesinde git gide güçleniyordu. Karşısına çıkan nice ulu varlık, onun zarif ellerinde helak olurdu. Sonra onların zırhlarını ve silahlarını kendine uydurur, kadınsı hatlarını cömertçe ortaya koymaktan da hiç çekinmezdi. Güçlendikçe daha da cüretkârlaşan bu kostümlerin her birisi, o kadar büyük bir ustalıkla nakşedilmiş detaylara sahipti ki, bakmaya doyamazdınız. Tıpkı doğanın güzelliği gibi, onun azametini çarpıtıp bozan, insan yapılarının ihtişamıyla tezat oluşturan yıkıntıların bile bir güzelliği vardı. Yolculuklarımız esnasında karlı dağları, kutsallığı bozulmuş tapınakları ve daha ilk bakışta büyülü olduğu anlaşılan ormanları geçtik. Wuchang ilerledikçe sanki düşmanları da onunla birlikte gelişip güçleniyordu. Tabii, tekrar tekrar ölüp geri gelmeleri sayesinde bir noktada Wuchang, onları kolaylıkla alaşağı edecek hale de geldi ama takdir edersiniz, bu epeyce zaman ve acı demekti. Yine de içimden bir his, yolculuğun sonunda gücü tahayyül sınırlarımızı aşan kötülüklerin bizi beklediği yönündeydi. Bunun doğru olup olmadığını pek yakında anlayacaktım…

Savaş tekerrürden ibarettir

Hayatımın silinen izleri

Bazı mekanlar, artık nasıl inşa edildilerse, bizi döndürüp dolaştırıp başladığımız yerlerden birine getiriyordu. Hani nasıl anlatsam, sanki mekanlar canlı gibiydi; yekpare bir organizma gibi. Tüm vücudu gezip dolaşıp, kısa yollarla birbirine bağlanan yerlere rast geldiğimizde moralimiz de geri geliyordu. Bazen de saatlerce labirent gibi koridorlarda kaybolup, üstüne nereden çıktığı anlaşılmayan bir yaratığın elinde son nefesini veriyordu Wuchang. Tuzaklar, kenara sıkışmalar, bazen daralan görüş açısı ve rakibin karman çorman hareketlerini anlayamadığı için nice kereler yere ölüp gitti bu zavallı kız. Bazense kendi aceleci davranışlarından ve rakibi iyi okuyamamaktan sebep öldü. Ama çoğunlukla aynı hatayı yapmadı. Ölümle, delilikle gelen tecrübe ve bilgelik, zamanla onu kuşatan kandan bir zırha dönüştü. Bazı geceler, onu gecenin koyu karanlığında, cinlerin bile korkudan giremediği mağaralara girdiğini görürdüm. Neyse ki yanında feneri vardı da, bu dipsiz dehlizlerde yolunu buluyordu; oralarda hangi isimsiz dehşetlerle karşılaştığını kim bilebilir? Hiç sormadım, o da hiç söylemedi. Yine de tüm bu dolambaçlı haline rağmen gezdiğimiz yerlerin garip bir çekiciliği de vardı. Bir yerden asansöre binip, ilk başladığımız yere dönmek, çıkışsız gibi görünen yerde aşağı atlayıp yeni bir yol, hatta bir hazine bulmak Wuchang’ın da hoşuna gidiyordu belli ki. Kimi zaman uzaklardan bir ezgi duyardık. Derinden gelen davullar, ince ince içe işleyen flütler ve insanı hüzünlendiren telli çalgılar. Hani bu müziğin, kendi zihnimde mi çaldığını, Wuchang’ın deliliğinin bana da sıçramış olabileceğini düşündüm yer yer. Asla emin olamadım. Ama bu ezgilerin güzelliği aklımdan hiç çıkmadı. Bana bir keresinde “Biliyor musun, tüm bu yolculuk zahmetine rağmen bir şekilde ‘eğlenceli’,” demişti. Onun bu eğlence anlayışı, her ne kadar benimkiyle uyuşmasa da -naçizane katibiniz daha çok bir handa ozanın ezgisiyle meşk etmeyi sever- onu anlayabiliyordum. Yolculuğun başlarında ona kök söktüren iblisleri artık en fazla iki hamlede helak edebiliyor; önceden onun canına okuyan zorlu düşmanları kolayca geldikleri yere geri yolluyordu. Zaten o ölmedikçe deliliği de onu ele geçirmiyor, duygularını çarpıtıyordu. Yolculuk esnasında bulduğu türlü çeşit alet edevat yardımıyla da savaşları artık daha taktiksel ve akıllıca bir hâl almıştı. Yine de tüm bu olayların, lanetlerin, kötülüğün sebebini öğrenmemize daha çok vardı. Eğer o günleri olur da görürsem muhtemelen ileriki sayfalarda anlatmışımdır, değerli okuyucu. Anlatmadıysam da af buyur. Zira affetmek, bize bahşedilen vicdanın en saf tezahürüdür. Wuchang, insan ya da canavara, yoluna çıkan kimseyi affetmezdi. Bu yoluna çıkan bir dostu olsa bile…

Hayatımın silinen izleri

Delirmek güzeldir…

Evet, kıymetli okuyucu, işte kadın savaşçı Wuchang’ın öyküsü ve yaşadıkları hakkında kendi gördüklerim ve onun söylediklerinin bir kısmı böyleydi. Ben He Youzai, bu genç kadının müridiyim ve gözlerimin önünde efsanelerde anlatılanlara benzer güçlere kavuşup bir tanrıçaya dönüşmesini gün be gün izledim. Bazıları bu maceranın uzak diyarlarda anlatılan başka öykülerle benzeştiğini söyleyecek elbette. Haklılar! Karanlık Ruhlar’la dolu masalları anımsatır öykümün çoğu yanı. Veya denizin ötesinde Nioh denen savaşçının başından geçenler de Wuchang’ın macerasını andırır. Hatta kendi topraklarımızdan çıkan Maymun Kral Wukong’un maceralarında karşısına benzer kötülükler çıkmıştır. Ama bizim yaşadıklarımız, bu öykülerde hiç değinilmeyen daha dehşetengiz bir hasımla lanetlenmişti. Wuchang’ın deliliği. Onun o kor kırmızı gözlerini her görüşümde ürperir, zamanın yaklaştığını anlardım. Ve bu düşman, öyle diğerlerine de benzemiyor; zaman geçtikçe tıpkı Wuchang gibi güçleniyordu. Ve asla yok olmuyordu tamamen. Bazen onun için gözyaşları içinde dualar ederdim. Artık hangi tanrı dinliyorsa inayetinin onun üstünde olmasını dilerdim. Wuchang’ı savaşırken görseniz, sanki kadim çağların altın zırhlı tanrıçalarından biri yere inmiş de cenk ediyor sanırdınız. O latif ve bir rüya gibi akıp giden savaşları, varoluşun tarifsiz sihrini taşırdı. Özünde yıkılmaz bir kararlılık ve azimle hareket eden bu kızın yolculuğu nereye varacaktı, kim bilir. Hatırlanacaktı şüphesiz ama herkesin kalbine benimkine dokunduğu kadar dokunabilecek miydi? Bunları zaman gösterecek. Ama o zamanın gelişini ben göremeyeceğim. Zira zihnim yavaş yavaş bulanıklaşıyor. Uyandığımda sağımda, solumda garip kuştüyleri görür oldum. Günler birbirine karışıyor, yazdığım şeyleri dahi unutuyorum. Wuchang’ın güzel yüzünü canlandıramıyorum artık zihnimde. Halbuki o su gibi saf bakışlarını kaç kez görmüştüm, kim bilir? Gözlerim de iyi görememeye başladı; artık bunlar son satırlar belli ki. Okurken bu cesur kadının neler yaptığını, nasıl bir mücadele verdiğini birincil elden tecrübe edersiniz umarım. Harfler neden bu kadar karışık? Düşüncelerim yok oluyor gibi. Bu kuştüyünden kollar, bu garip pençeler de neyin nesi? Sesim de bir tuhaf çıkmaya başladı, dediklerim anlaşılmıyor. Birisi vardı yanımda. O artık nerede ki? Bu yanımdaki canavarlar neden bana saldırmıyor? Sanki beni tanıyorlar. Karanlıkta onların uğursuz dualarını duyuyorum. İsimsiz karanlık bir tanrıya, anlayamadığım bir dilde yakarıyorlar. Yazmak iyice zorlaştı. Son geliyor. İşte şimdi karanlık, mavi bir ışıkla aydınlanıyor. Rüzgâr gibi aramıza dalan bir figür var. Ben köşede saklanıp onu izliyorum. Bana uzak bir anıyı anımsatıyor bu figür. Zarif ve ölümcül; yeni dostlarımın kanları odayı kaplayıp ayaklarıma kadar geliyor. Kollarımı kapatıp korkuma sığınıyorum. Kılıç sesleri duruyor. O mavi ışıktan figür karanlıkta yaklaşıp bana bakıyor. Artık insan olmayan yüzüme sanki beni tanımışçasına hüzünlü son bir bakış. Ben de ona bakıyorum bu sefer korkusuzca. Ve hatırlıyorum. Wuchang! O zalim bir güzellikle taçlanmış gözlere son kez bakıyorum. Bana ruhumu delen bir bakış atıyor. Sonra sırtını dönüp odadan çıkıyor. Işık da onunla beraber yok oluyor. Bana kalansa taze ölmüş bedenlere üşüşen sineklerin vızıltısı sadece. Ve de karanlık. Sonsuz, sınırsız bir karanlık…

Delirmek güzeldir…

Wuchang'ın Destanı: Delilik ve Cesaret

Wuchang'ın Destanı: Delilik ve Cesaret

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı, ilk yorumu sen yapmak ister misin?