Ah, The Flash! Süper kahraman filmleri arasında kendine yer bulmayı başaran bir yapım ama ne yazık ki bu yer bazen aşırı garip ve sıkıntılı bir pozisyon olabiliyor. İlk duyurulduğu zamanlarda herkes heyecan içinde bekliyordu. “Bu filmle ne güzel bir çağ açılacak! Herkesin aklında Michael Keaton’un Batman’i, Ezra Miller’ın Flash’ı ve bu ikilinin birleştirdiği bir macera vardı. Ama zaman geçtikçe her şey darmadağın oldu: senaryo değişiklikleri, yönetmen değişiklikleri, hatta başrol oyuncusunun kişisel sorunları… Öyle bir durum ki film sonunda neye dönüşeceği merak konusu olmuştu. Şimdi filmin, kısacası zaman yolculuğuna dair pek çok farklı bakış açısını sunma çabası içinde olduğunu söyleyebilirim; ama açıkçası bazı şeyler hem gizli hem de aşırı argümanlarla dolmuş gibi.
Filmin hikayesi, Flash’ın bir anda zamanda yolculuğa çıkarak geçmişte bazı olumsuz olayları değiştirme çarelerine gitmesiyle başlıyor. Aslında süper kahraman filmlerinin genelindeki “geçmişte bir şeyleri değiştirsem her şey daha güzel olurdu” temasıyla pek de farklı değil, değil mi? Tabii bizi bambaşka bir evrene fırlatınca karşımıza şeytanın avukatlığı çıkar! Alternatif evrendeki Barry, kendi geçmişiyle yüzleşirken bir tipe dönüşüyor ki sormayın. Chris Pratt’ı David Schwimmer ile karıştırdığınızda çıkacak kıvamda bir performans sergiliyor. Tüm bu karışıklık, Batman ile onun birleşiminden doğan yeni bir ‘Şövalye’ ile çözülmeye çalışıyor; Michael Keaton’lu Batman her zamanki karizmasıyla orada! Ama bu filmde özellikle CGI konusunda *o kadar kötü durumlar var ki* gözlerinize inanamıyorsunuz!
O kadar nostalji bombardımanı var ki – sanki Warner Bros. sadece bir hazine haritası bulup geçmişe doğru “Bu sahneyi de koyalım, bu sahneyi de” demiş! Sanki film, “Bir milyona yakın alınan biletin arkasında biz varız!” diyerek gözümüze sokuyor. Yani; “Hadi gelin nostaljiyi bir öncekilerle birleştirip sizi şaşırtalım” derken, işin içinden nasıl çıkacaklar melodram süper kahraman kavgalarının arasında kayboluyor. Son dakikalara kadar uzanan bir muhabbet var; her şey müthiş ama fanfare’ler gözümde çıkıyor artık! Haydi bakalım, en sonunda birkaç espri, biraz teknik cacıkla birlikte bir kesme şeker oluyor!
- Keaton’ın Batman’i her sahnede tahtında oturmuş bir krallar gibi duruyor! O karizma, o sway!
- Supergirl’ün aniden göründüğü sahnelerde ise bir “Neden kıza daha fazla derinlik verilmedi?” sorusu ister istemez soruluyor.
- Aksiyon sahneleri ortalarda kaybolup gidiyor; “Neden daha fazlasını göremedik?” diye bu sefer biz karşı tarafa soruyoruz.
Sonuç olarak, The Flash fazla hızlı koşarak bazı noktalardan şaşırıp kalan bir film olmuş. Hem aksiyon hem de duygusal derinlik açısından gereğinden fazla karmaşık senaryolar sıkışmış içeride. Kötü %70 lik CGI ve basmakalıp sahneleri bir kenara atarsak, iyi oyunculukların ve esprilerin kalan kısmı, genel izleyici deneyimini kurtarıyor. Gidin izleyin, eğlenin ama unutun! Çünkü dünyamızda, bu filmden çok daha kötülerini izleyen de vardır kesin. Nihayetinde, final anında bir “oh!” çekince, “Daha fazlasına gerek yok” diyor insan! Ancak bir şey söyleyebilirim; James Gunn yeni bir başlangıç yapmak için fazla çaba harcarken, geleneksel DCEU’nun son nefesi buradaydı. İşte bu, yıllar sonrasının efsaneleri arasında anılacak bir yolculuğun sonu!
Ve bir ek not; kesinlikle gidecekseniz, son sahneleri şans vermeyi de unutmayın! Tam bir komedi yedinci dakikasında karşımda belirdiğinde, sadece gülümsemekle yetindim. Yani, “Dava kapanmıştır!” dedikten sonra, bırakın bu evrende bir şeyleri daha iyi yapabilecek kreasyonlara kanalize olalım!