Sweet Tooth: Post-Apokaliptik Bir Pandemi Hikayesi
Tatlı krizine gireceğiniz bu post-apokaliptik hikaye, çikolata savaşları ve şekerli hayatta kalma mücadelesiyle dolu!
8 saat önce

Açıkça konuşmak gerekirse, son dönemlerde ağır ve karamsar içeriklere pek tahammülüm kalmadı. Neden mi? Zira dışarı çıktığınızda, etrafınızdaki dünya pek de iç açıcı değil. Hani sokağa adım atmak, bir anda başınıza meteor düşmesi ihtimalini düşünmek gibi. Uzun bir süredir, çoğumuzun kaçış peşinde koştuğu bir gerçek; bu kaçış, ister video oyunlarında olsun, ister bir film ya da dizi izlerken. Böyle bir atmosferde, post-apokaliptik bir pandemi hikayesi olan Sweet Tooth‘a dalmak büyük bir cesaret gerektiriyordu. Ama görünüşe göre bu cesaret, pek de haksız yere gösterilmemiş. Şu an Netflix’in Top 10 listesine oturmuş durumda! Yerini de sonuna kadar hak ediyor gibi görünüyor. Ama neden bu kadar popüler? Peçeteleri hazırlayın, çünkü gözyaşlarınızı tutmak zorunda kalabilirsiniz…
Sweet Tooth, bir çizgi roman uyarlaması; ancak Jeff Lemire’ın yazıp çizdiği bu eserle hiçbir alakanız yoksa bile, dizi dünyasına adım atmak sizi çok fazla zorlamayacak. İlk bölüm, izleyiciyi hemen içine çekiyor ve dizinin atmosferini ustalıkla tanıtıyor. Ve elbette her şey, bir pandeminin patlak vermesiyle başlıyor. H5G9 adlı ölümcül bir virüs ortaya çıkıyor ve hemen ardından yarı insan yarı hayvan hibrit bebekler doğmaya başlıyor. Bu durum, hem korkutucu hem de ilginç bir şekilde, annelerin ve babaların aklına ‘Acaba benim çocuğum da bir geyik mi olacak?’ sorusunu getiriyor. Neyse ki, bu sorunun cevabını bulmak için bir dürbüne ihtiyaç yok!
Hibrit çocuğunu bu ayrımcılıktan korumak isteyen bir baba, yarı geyik olan bebeği ile birlikte ormanda bir kulübeye kaçıyor. Fakat Gus’ın hikayesi burada bitmiyor. Yalnızca bir kulübede saklanmak, elbette sonsuza dek mümkün değil. Gus, büyüdükçe dış dünyayla, annesiyle ve diğer insanlarla ilgili sorular sormaya başlıyor. Bir gün, yarı hayvan insanları yakalayıp satan avcıların kulübelerine denk geliyor. Bu, “Tamam, bu işte bir gariplik var!” dedirtiyor. İşte burada Gus, Jepperd adında bir avcının peşine takılarak annesini bulma umuduyla yola çıkıyor. Ama unutmadan, “Ya bir maskeniz bile yoksa, ölürsünüz!” gerçeği de cabası.
Bir pandeminin ortasında başka bir pandemi hikayesi izlemek, özellikle de post-apokaliptik bir senaryo herkese hitap etmeyebilir. Açıkçası, ben de bazı sahnelerde zorlandım. Sweet Tooth, bazen yavaş ilerleyen bir hikaye sunuyor. Hem Gus’un serüvenine, hem de H5G9 virüsüne bir çare arayanların hikayesine birden fazla açıdan tanıklık ediyoruz. Bu durum, bazı izleyicilerin dikkatini dağıtabilir, kabul ediyorum. Ancak bu, Sweet Tooth’un başarılı bir yapım olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Çizgi romanın orijinal hikayesi ile bazı değişiklikler yapılmış, fakat Jeff Lemire’ın projeye dahil olduğunu belirtmekte yarar var. Sweet Tooth, orijinal hikayenin hayranlarından da oldukça yüksek puanlar almış. Evet, konusu karanlık; fakat genç oyuncuların canlandırdığı karakterler, izleyiciye bir hafiflik katıyor. Özellikle Gus’ı canlandıran Christian Convery ve Jepperd’ı canlandıran Nonso Anozie’nin oyunculukları ve sahnedeki etkileşimleri oldukça başarılı. Aralarında bir Mando ve Bebek Yoda esintisi var, sanki ikisi de uzaydan gelmiş gibi! Bu ikili, izleyicilere hem gülümseten hem de düşündüren bir dinamik sunuyor.
Ve bu arada, dizinin çekildiği Yeni Zelanda’nın doğal güzellikleri, karanlık bir hikayeye sahip olmasına rağmen, izleyiciye bir nefes alma imkanı sunuyor. Bazen doğanın muhteşem manzaraları, kötü gidişatı unutturabiliyor. Netflix son zamanlarda güçlü uyarlamalar sunuyor; Sweet Tooth da bunlardan biri. Eğer biraz içinizin burkulmasına itirazınız yoksa, bu dizi kesinlikle bir şans vermeye değer. Unutmayın, bazen gözyaşları, bir hikayenin ne kadar etkileyici olduğunu gösterir. Ağladığıma değdi mi? Bilmiyorum, yoksa ben mi çok sulu gözüm?
Henüz yorum yapılmadı, ilk yorumu sen yapmak ister misin?